Bir ülke düşünün ki kolaylıkla istikrarsızlığa sürüklenebiliyor. Kimi hayaletler devreye girip kargaşa ve düzensizlik yaratabiliyor. Siyasal hayaleti, bizim kadar fazla kaç ülke var doğrusu merak konusu.
Derin devlet, kontrgerilla, iç ve dış mihraklar, düğme fetişistleri... Hayaletler gerçeğin bulandırılmasıyla ortaya çıkan birer mitten başka bir şey değil. Siyasal hayaletler toplumları korkutmak ve manipüle etmek için çok elverişli araçlar olmaktadır.
Hadiseleri tarihsel bir perspektifle ve çok yönlü olarak analiz etmediğimiz zaman bakış açımızla sınırlı bir okuma ile karşı karşıya kalacağızdır. Türk siyasal elitizmi, yapay sorunlar üretmekte ve bu sorunları kontrol edip buna yönelik doğru politikalar geliştirememekte oldukça mahir.
Kürt sorunu adı altında üretilmiş meselenin toplum katında gerçeğe tekabül eden bir dayanağı yok. Büyük bir mirasın sahibi olan bu toprağın gerçek sakinleri, aklıselimle hadiselere yaklaşıyor. Bu yüzden iç çatışma "paranoyası" kendini gerçekleştirmeye çalışan bir kehanetten başka bir şey değil.
Türk toplumunun sinir uçları siyasal hayaletleri kontrol eden mekanizmalar tarafından "büyük eşik"lerde sürekli olarak olumsuz bir şekilde uyarılmaktadır. Siyasal elitin basiretsizliği ya da bilinçli yaklaşımı nedeni ile toplumsal hadiseler daha hızlı bir şekilde oldubittiye getirilmektedir.
Türkiye, siyasal, kültürel ve tarihsel olarak ikili bir yapıyla yaşamak zorunda kaldı. Resmi tarih, resmi olmayan tarih... Sağ kültür, sol kültür. Cumhuriyetçiler, karşı devrimciler. Laikler, laik olmayanlar. Nazım Hikmet, Necip Fazıl. Demokratik, otoriter. Avrupa yanlıları, statükocu ulusalcılar vs.
Bu ikili yapı kurumsal ve süreklilik arz eden siyasetler üretmemizi mümkün kılmayan ana unsurlardan birisini teşkil etmektedir. Bu ikili yapı meseleleri kavramamızda da boşluklar oluşturmakta, aşk ve nefretin ötesinde mümkün alan bırakmamaktadır.
Bir şeyin ya tarafı ya da karşıtı olmakla sınırlı bir ufukla hangi probleme karşı nasıl stratejik bir çözüm üretebiliriz?
Siyasal yapının bu uçuk, patronajı yüksek ve parçalı yapısı Türk toplumunun önünü açmaktan uzak, hatta kazanılmış değerleri bile ters yüz edecek kadar sığ bir vasata sahip. Bunun en temel parametresi siyasi partilerin düşünsel ufuklarında bir toplum tasavvuru olmamasıdır.
Türkiye özgüvenini kaybetmeden sorunları ile hesaplaşarak geleceğini inşa etmeli. Hükümetin toplumsal savrulmalara karşı bir önerisi ve bir çözüm düşüncesi yok gibi gözükmektedir.
Özellikle dış politikada gösterilen çok yönlü atak, aynı beceri ve kıvraklıkla iç siyasette gösterilemiyor.
Bunun en önemli nedeni iç siyasetin aktörlerinin mevzi ve pragmatik düşünmelerinden kaynaklanmaktadır. Tabi ki konu iç siyaset olunca hükümette bu pragmatizmden nasibini almaktadır. Kürt sorunu bu bağlamda konjonktürel ve üretilmiş bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.
AB sürecinde 3 Ekim en kritik aşamalardan birisini oluşturmaktadır. 3 Ekim bir anlamda AB'nin hangi perspektifte ilerleyeceğinin de bir göstergesi olacak. AB, Avrasya kapısını güvenli ve açık tutarak stratejik bir vizyonu sürdürecek ya da ilerleme ve açılmayı keserek söylemleri ile ters düşerek meşruiyetini sorgulanır hale getirecek.
Bu dinamik süreçte, Türkiye'nin hassasiyetini fırsat bilen terörist gruplar rahatlıkla uluslar arası oyunların taşeronları olmaktadırlar. Son günlerde Türkiye'nin çeşitli yerlerinde görülen hareketlilik, propaganda içeren taktik aksiyonlar şeklinde siyasal ve toplumsal ufkumuzu daraltmayı amaçlayan girişimler olarak dikkat çekmektedir.
Terörle Mücadele Kanunundaki değişikliklerin AB dolayısıyla değişikliğe uğraması ve Türkiye'nin demokrasi söyleminden taviz vermemeyi ısrarla belirtmesi açık bir pozisyon oluşturmuştur. Bu pozisyonu bir zemin olarak görme yerine terörizm için fırsat olarak görmek son tahlilde ne Kürt sorunu olarak isimlendirilen soruna ne de hayaletlere yaramayacaktır. Buradaki en önemli konulardan birisi de AB'nin Kürt meselesini çeşitli bağlamlarda inceltmesidir.
Bu inceltme faaliyeti Türkiye üzerindeki olumsuz düşünceleri de açık etmektedir. AB ülkelerinin Diyarbakır'a olan ilgisi, heyetlerin sürekli gelip gitmesi tüm bunlar inceltme faaliyeti olarak ortada durmaktadır.
Provokasyon, toplumumuzun Süleyman Seyfi Öğün'nün deyişi ile vasıfsızlıkta eşitlenip kitle olarak kalması nedeni ile vücut bulmakta hiç zorlanmamaktadır.
Hadiseleri aklıselimle değerlendirip doğru yaklaşımlar ortaya koymak daha zor ve sabır isteyen bir konudur. Tepkisellik düzleminde kalmayıp düşünce ve hukuk alanımızı geliştirmenin yoluna bakmalıyız.
Faruk YAZAR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder