9 Haziran 2009 Salı

DEĞERLERİN TÜKETİM ARACI OLARAK REKLAM

REKLAM ANALİZLERİ

1. Toyota Yaris ReklamıToyota Yaris reklamı yaratıcı fikrindeki düşünce açısından tartışmalı bir mesaj taşıyor. Başkası uğruna kendini feda etmeye aşina Türk kültüründe, ötekine karşı duyarsızlığın hoş görülmediği malum. Reklamda ürün bir insan hayatının önüne geçiyor. Zor durumda kalmış bir insana yardım etmeyi umursamayan bir davranış hangi değerle açıklanabilir. Bu reklamda en temel insani bir erdem olan dayanışma değerine karşı egosantrik bir tavır göze çarpıyor.Reklamın mesajı: Yaris reklamında da "DUYARSIZLIK" sorunu, markanın kimliğine ait bir değer olarak kendini gösteriyor. Yaris reklamı toplumdan gelen tepkiler nedeni ile gösterimden kaldırılmak zorunda kaldığı bilgisini de belirtmekte yarar var.

2. Chery Reklamı Çinli otomobil markası Chery’nin basın reklamında “özgürlük hareketi” başlığı ile otomobil tanıtılıyor. Gücün ve konforun keyfini özgürce sürmek isteyenlere seslenen marka, Chery satın alanların özgürlük hareketine katıldıklarını belirtiyor. Markaların, insanların duyularına hitap ederek en temel varoluşsal kavramları bir tüketim nesnesi ile bütünleştirmeye çalışmaları bu kavramları aleladeleştiriyor. Tüketim kültürünün temel özelliği de değerlerin aleladeleştirilmesidir. Böylelikle içeriksiz ve tek tip bir yaşam ve algılama tarzı toplumda hakim oluyor.Reklamın mesajı:Bu reklamda, reklam metinlerinde alışılagelen kimlik oluşturma unsurlarını görüyoruz. Burada oluşturulmaya çalışılan kimlikte, sınırsız bir özgürlük vaadi sunuluyor. Modern tüketicinin en çok duymak istediği kavramlardan güç ve konfor isteği markanın sınırsız özgürlük vaadi ile anlatılıyor. Özgürlük isteminin sınırsız kullanımı, insandaki bireysel ve toplumsal kontrol duygusunu körelterek hoyratlaştırıyor. Özgürlük hareketi bir otomobile sahip olmakla eşitlendiğinde gerçekte özgürlük nedir diye sormak gereksiz bir uğraş haline gelebilir. Reklamda, varoluşsal bir değerin tüketim nesnesine dönüştürülmesine ilişkin bir özdeşleşme problemi bulunmaktadır.

3. İstikbal Mobilya Reklamı İstikbal Mobilyanın yeni kampanyalarından “yeni bir istikbal yeni bir sen” reklamı, yeni bir sen oluşturmanın ipuçlarını vermeye çalışıyor. Kampanya İstikbalin 2009 yılı için yenilik konsepti üzerine kurulmuş. Reklam metninde “size de bazen hayat sıkıcı gelmiyor mu? Sanki her şey tek renk, günler tekdüze… peki biraz keyiflenmeye ne dersin? Yeni rüyalara, yeni keyiflere, yeni keşiflere…Baktığın yerde yeniliği görmeye..şeklinde bir davet yapılıyor. Bu daveti olumlu karşılayanlar istikbal mobilya satın almaya çağrılıyor. Böylelikle yeni bir senin oluşacağı söyleniyor. Günümüzde ürünlerin kalite, satış sonrası hizmet ve standardizasyon gibi özellikleri ile bir birine benzediği bir gerçek. Markalar, rakiplerinden farklılaşmak için tüketici zihninde benzersiz bir konum oluşturmaya çalışıyorlar. Tüketiciyi kalbinden yakalamanın en önemli iş haline geldiği günümüz pazar ortamında markalar, tüketicilere benzersiz bir deneyim yaşadıklarını anlatmaya çalışıyorlar. Bu anlatı ise esasen dini motiflerde karşılığını bulan bir tecrübedir. Reklam metninde, bir mobilya satın alınarak insanın sıkıcı hayatını değiştirebileceği ve yeni bir kimliğe kavuşacağı mesajı verilmektedir. Reklam vaadindeki abartılı teknik sorun bir tarafa, aslında buradaki temel sorun yeni bir sen’e ulaşmak için bir konfor hazzının bir nesneye sahip olunarak elde edilmesi ile olmasıdır. Yeni bir sen söylemi gerçekte dini göndermesi olan ruhsal yolculuğu ima etmektedir. Mevlana’nın bugün yeni bir gün yeni bir söz söylemek lazım sözünün bir anlamda marka vaadine dönüştürülmesi sözkonusu. Reklamın mesajı:Bu reklamda modern tüketicinin sürekli doyumsuz haz isteğinin değişim metaforu ile yeni bir kişilik oluşturulmaya çalışıldığı görülmektedir.

4. Mazda ReklamıYeni Mazda 3 otomobilinin basın ilanında felsefi bir soru ile karşılaşıyoruz. Sen kimsin? Ne istediğini, ne yapman gerektiğini biliyorsan işte yeni Mazda 3 diye devam eden reklam metninin sonunda yeni mazda’yı alanların hayatta kim olduklarını bildikleri söyleniyor. Final cümlesinde ise, kendisini tanıyanların otomobili tanımı yer alıyor. Sokrates’den buyana felsefede kendini bilmek önemli bir mesele olarak süregelmiştir. Esasında kendini bil mottosu dini bir göndermesi olan varoluşsal bir sorgu. İslam kültüründe, kendini bilmek insanı kamil olma yolunda ilerlemekle ilgili bir kavramdır. Kendini bilmek böyle esaslı bir mesele iken, bu varoluşsal arayışın bir nesneye sahip olmakla tamamlanacağı varsayımı reklam metninde ima edilmektedir. Tradisyonel değerlerin yerine marka vaadinin ikame edilmeye çalışıldığı bir marka konumlandırması ile karşı karşıyayız. buradaki asıl temel sorun tüketiciye gönderilen mesajın kökeninde, insanın manevi arayış serüvenini bir marka vaadine dönüşmesidir. Bu metinde alt mesaj olarak, markanın değerlerin yerini almaya çalıştığını söyleyebiliriz.

5. Dijitürk ReklamıDigiturk yeni bir kampanya ile imaj tazeliyor. “Mutlu ailenin sırrı” Kampanyasında, Türk, Kürt birçok ailenin Digiturk’le yaşadığı mutluluk aile bireylerinin ağzından spontane bir şekilde anlatılırken muhafazakâr ailelerin yer aldığı versiyonlarda bulunuyor. İlk bakışta sıradan gibi gözüken reklamın yöneldiği semboller açısından üzerinde durulmayı gerekli kılıyor. Aile toplumsal sistemin bel kemiğini oluşturan bir kurum. Kampanyada, aile müessesinin ekrana kilitlenen edilgen bir varlık olarak resmedilmesi düşündürücü. Dijitürk, toplumsal bir değeri ifade eden aile kurumunu, dijitürk izlendiği müddetçe mutlu olunduğunu söyleyen bir mesaj veriyor. Etnik ve dini göndermelerinde bulunduğu reklamda, birlik, bütünlük gibi geleneksel bir değerin sömürüldüğünü görüyoruz. Mutluluk gibi soyut bir kavramın tv izleyerek elde edilebileceği naif ve ikna edici olmayan bir özellik taşıyor. Aile bireylerinin sözde tv. İzlerken yaşadıkları deneyim mutluluk olarak resmediliyor. Bu deneyimin gerçekte mutlu bir aile olmanın sırrı olmadığı sloganın aşırı iddiasında ortaya çıkıyor. Mutlu bir aile imgesi tüketerek gerçekleşen bir eylem olabilir mi?

6.Coca Cola Ramazan kampanyasıRamazan ayında yayınlanan Coca Cola reklamları, değerlerin reklamlarda kullanılması konusundaki tipik örneklerden birisidir. Ramazan kampanyalarında, Türkiye’nin farklı yerlerinden birbirinden çok farklı alt kültür gruplarına ve kültürel değerlere sahip kişilerin iftar hazırlığı görüntüleri yer almaktadır. Reklamda gerek masa başında bekleyen aile gerekse maden ocağında saati bekleyen işçiler olsun hep bir birliktelik içinde gösterilmektedir. Her biri orucunu açarken Coca Cola hepsinin ortak paydası olarak ekrandadır. Bu reklamda bir kişi bile yalnız başına oruç açarken Coca Cola içerek gösterilmez çünkü bireyden çok grup anlayışı ön plandadır. Reklamın mesajı:Müslümanlar için kutsal ay olan Ramazan içinde birlik, bütünlük ve paylaşım değerleri ön planda olmaktadır. İşte burada Coca Cola reklamında herkes bir arada (gerek aile, gerek işçiler, gerekse vapurdaki çalışanlar ve yolcular) yer almakta ve oruçlarını hep beraber açmaktadır. Bu reklamla cocacola, “oruç açılırken aileniz ya da dostlarınızla yanınızda” mesajı vererek Türkiye ve Türk kültürüne özgü lokal bir uygulama yapmaktadır. Kültürel değerler altında yine aile yapısı da dikkatle analiz edilmelidir. Örneğin batı ülkelerinde çekirdek aileler daha ön planda, boşanma daha rahat kabullenilir ve geçlerin ayrı evde yaşaması sorun yaratmazken. Daha geleneksel ülkelerde bunun tersi anlayışlar söz konusu olacaktır. Geleneksel aile değerlerinin önemsendiği bir toplumda bu değerlerin reklamlarda kullanılması ve ürünün bu değerlerle birlikte aynı kareye yerleşmesi değerlerin sömürülmesi gibi bir sakıncayı karşımıza çıkarmaktadır.

12 Mayıs 2009 Salı

MASANIN ÜSTÜNDE BİR KURŞUN

Kimseler yok. Her yer o kadar tenha ki, cinler ve periler bile bunalmış olmalı. Bu şehirde akşam ve karanlık evlere ne kadar çabuk geliyor böyle. Makarna yaptım yemedim. Evin odalarında dolaşan sessizliği kolaçan edip, duvardaki film afişinde bir şeyler söyleyecekmiş gibi bakan aktrisle konuştum. Çok uzun süre kimseyle konuşmamıştım. Bir süre sonra insan, bir başkasıyla konuşmaya mecbur olduğunun farkına varıyor.

Duvarlar, insanın düşüncelerini ve var olma azmini emen bir heyula gibi. Bugün her günkü akşamdan daha farklı bir sızı dolaşıyor karaltılarda. Her karaltı, insanın ruhuna saplanmış anılarla doğruluyor yerden. Sonra belli belirsiz bir imge olarak karanlığa karışıyor.

Radyoda Kıraç var. Makarna, kıraç ve evin içine dolan bir ürperti. Odada masanın üstünde bir kurşun duruyor. Kurşuna paralel olarak yatağa uzanıp, takvimdeki resim şiirini mırıldanıyorum. Yeni hayat filminde Tom Hanks, mağarada bir beyzbol topuyla konuşuyordu. Bende duvardaki aktrisle konuşuyorum her akşam. Yalnız bir insan için akşam, ölümlü olmanın acı bir resmidir. Akşam bir hırsla insanı tüketir. Şehrin ışıl ışıl yanan lambaları geride kalmış bir umudu diriltmek için artık yeterli değildir.

İstanbul, kendini yalnızlıklara bölüyor her akşam. Koskoca apartmanın ıssız merdivenlerinden hiçbir ses duyulmuyor. Küçük adacıklar içinde Robinson Kruso’lar yaşamaktadır bu evlerde. Her aile bir çeşit Kruso. Radyonun cızırtıları anıların hayal perdesini açmaktadır. İnsan, içinde yaşarken etrafını kuşatan duvarların imgesel baskısını fark edemiyor. Duvarlar, insanın kendisi için ördüğü bir çeşit hapishanedir. İçinde kaybolarak varlığını erittiği bir soğuk mekandır apartman duvarları.

Masanın üstündeki kurşun senaryoda patlamak zorunda olan bir tabancanın soğukluğu ile parıldıyor. Makarnanın yalnızlık duygusu ile olan zorunlu ilişkisi bütün iştahımı kaçırıyor. Odanın dağınık hali, eylülün dağınık yaprakları gibi sere serpe uzanmış ve kasvetli. Bergman, yaşamak bir incinmedir demişti. Ancak, hikayesi olan insanlar incinebilir hayattan. Hikayesini kaybetmiş sokaklar, özlemin ne olduğunu unutmuş yalnızlar kadar büyük ve ıssız bir incinme oluyordu kurutulmuş gül mevsimleri.

Şimdi her şey bir bardak su içip başını yastığa koymuş bir hasta gibi mecalsiz. Bugün afişteki aktriste konuşmuyor, radyoda çalan nihavent şarkılara rağmen. Sessizlik müthiş bir gürültüye dönüşüyor sonra…

Faruk Yazar

13 Ocak 2009 Salı

KOBİ’ler ve Kurumsal Sosyal Sorumluluk Yaklaşımı

Kurumsal sosyal sorumluluk (KSS), sürdürülebilir kalkınma kavramı ile birlikte gelişen ve iş modellerinin merkezine yerleşmeye başlayan, toplumdan aldığını, topluma verme anlayışını yansıtan bir yaklaşımdır. Şirketlerin paydaşları ve hedef kitleleri ile samimi ve etkili bir iletişim geliştirmelerine olanak veren kurumsal sosyal sorumluluk, çevre, sağlık ve eğitim gibi temel sorun alanlarında yapıcı bir duyarlılığın gelişmesini sağlamaktadır.

Kurumsal sosyal sorumluluk kavramı, ilk kez 1953’de Howard Bowen’ın Social Responsibilites of the Businessman adlı kitabında yer aldı.[1] Kurumsal sosyal sorumluluğun tanımında tam bir uzlaşma olmamasına karşın; “bir şirketin ekonomik ve çevresel bir biçimde çalışırken paydaşlarının ilgi ve hassasiyet alanlarını da paylaşması konusundaki yükümlülükleri olarak tanımlanabilir.”[2] Kurumsal Sosyal Sorumluluk Derneği ise kavramı, şirket operasyonlarının sosyal paydaşlara karşı ne tür çevresel, ekonomik ve sosyal etkiler yarattığının ölçülmesi; şirketin ve toplumun aynı anda gelişmesine katkı sağlayacak etkinlik ve işlemlerin hayata geçirilmesi olarak tanımlamaktadır.

Kurumsal sosyal sorumluluk anlayışı yirminci yüzyılın başlarından bu yana gelişerek bugünkü şeklini almıştır. Sosyal sorumluluk konusunda uluslararası örgütler, deklarasyonlar yayınlayarak bu konudaki gelişmeleri hızlandırmış ve bunun tüm dünyada yükselen bir trend haline gelmesini sağlamıştır. Bu deklarasyonlar sırasıyla, ILO Çokuluslu Şirketler ve Sosyal Politika İle İlgili İlkeler Üçlü Bildirgesi, OECD Uluslararası Yatırımlar ve Çokuluslu İşletmeler Bildirgesi, Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP), Finans Girişimi (Mali Kurumlarda Çevre ve Sürdürülebilir Kalkınmaya İlişkin UNEP Deklarasyonu ve Birleşmiş Milletler bünyesinde 2000 yılında imzalanan Küresel Sözleşme (Global Compact) bu konudaki en önemli girişimlerdir. Bu sözleşme, şirketlerin etki alanları kapsamında insan hakları, çalışma standartları, çevre ve yolsuzlukla mücadele alanlarında bir dizi esas değeri kabul etmeleri, desteklemeleri ve uygulamaya koymalarına ilişkin ilkeler içermektedir.[3]

KSS,1990’lı yıllarda popülerlik kazanmaya başlamıştır. Kavramın aslında özü itibarı ile yeni olmadığı ve tarihi seyir içerisinde toplumlarda bugünkü anlamda olmasa bile çeşitli şekillerde yer aldığı bilinmektedir. KSS, Türkiye’de hayırseverlik kültürü olarak varlık göstermiştir. Ülkemizde dini değerlerden kaynaklanan güçlü bir hayırseverlik kültürü bulunmaktadır. Hayırseverlik, bir ölçüde sosyal sorumluluk yaklaşımına yakın bir kavramdır. Fakat modern yönetim felsefeleri açısından hayırseverlikle KSS arasında önemli farklar bulunmaktadır. KSS, şirketlerin iş stratejilerine entegre olan bir değeri ifade etmektedir. Hayırseverlikte ise, yine toplum yararına işler yapılmakta olup bunun iş sonuçlarına etkisi düşünülmemektedir. Türkiye’de KSS konusunda doğrudan bir kanuni düzenleme olmamasına rağmen bu anlayışın firmalarda yaygınlık kazanmasının en önemli nedenlerinden birisi de bu hayırseverlik kültürüdür.

İslam toplumlarında sosyal sorumluluk anlayışına uygun toplumsal örgütlenme modelleri geliştirilmiştir. Bu modeller bugün bile pek çok kuramsal çalışmaya ışık tutacak bir zenginliğe sahiptir. Örneğin Osmanlı toplumu bir vakıf medeniyeti olarak tarihte çok önemli bir yer edinmiştir. Osmanlı topraklarında vakıf, en önemli hayırseverlik kurumu idi. 1546 yılında İstanbul’da kurulu bulunan vakıf sayısı 2515’ti. Vakıflar Osmanlı toplumuna büyük katkılar sağlamışlardır. 11. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan Ahilik ve lonca teşkilatı, işletmelerin ve mesleki birliklerin topluma karşı sorumlulukların yerine getirilmesinde önemli bir mirasa sahip olduğunu göstermektedir.[4] Sosyal sorumluluk anlayışının felsefesinde, insana, topluma ve doğaya saygılı ve uyum içerisinde olmak vardır. Bu da bir dünya görüşü içerisinde, yapılan tüm işlerde, tutum ve davranışlarda bu dengenin gözetilmesi suretiyle olmaktadır.

Kurumsal sosyal sorumluluğun bugünkü anlamı ile kullanılmasına Amerika öncülük etmiştir. 2000’li yıllarla birlikte KSS kavramı şirketlerin gündemine daha fazla girmeye başladı. Ülkemizde son yıllarda bu konudaki duyarlılık hızlı bir gelişme kaydetmektedir. Özellikle uluslararası şirketlerin ortaya çıkması ve küreselleşmenin de etkileriyle, Türk firmaları kurumsal sosyal sorumluluk projelerine daha çok ilgi göstermeye başladı.

Türkiye’de sosyal sorumlulukla ilgili zengin bir gelenek olduğu için bu kavram ülkemizde kolayca benimsenerek, firmaların ilgisini gün geçtikçe daha fazla çekmektedir. İslam toplumlarında zekat, infak, sadaka gibi kurumlar hayırseverliğin gelişmesi ve toplumsal dayanışmayı geliştirici bir fonksiyon icra etmiştir. Aslında zekat ve infak gibi kavramlar bir ölçüde bugünkü sosyal sorumluluk anlayışını karşılayan kurumlardı.[5]

İslam toplumlarındaki hayırseverlik duygusu, bütünüyle dini bir motivasyonla gerçekleştiği için Türk insanının kültürel kodlarındaki dayanışmacılığı besleyen en önemli kaynak olmuştur. Medeniyet mirasımızdaki hayırseverlik anlayışı bugün modern işletme yönetim felsefesi ile entegre olarak şirket politikalarına yansıyan ve firmalara itibar kazandıran bir kavram haline gelmiştir.

İşletmelerin yaşadıkları çevre ve toplumun sorunlarını önemsemeleri ve bu sorunların çözümüne ilişkin STK’lar ve paydaşlarla ilişkiye geçmeleri diyalojik bir süreç başlatarak sinerji oluşturmaktadır. Türk toplumunda sosyal birimler arasında sürekli bir işbirliği kültürel bir değer olarak zaten var olduğu için, kamu hizmetlerinin önemli bir bölümü sivil kesim tarafından yerine getiriliyordu. Bu kültürel miras modern dönemde KSS’nin kavramsal çerçevesi içinde de kendini göstermeye başladı. Fakat hala Türk toplumunda hayırseverlik faaliyetlerinin gizli kalması gerektiğine ilişkin anlayış devam etmekte olup, bunun şirketin itibarına ve kurumsal değerine sağlayacağı yararlar yeteri kadar önemsenmemektedir.

Türkiye’nin giderek artan sayıda uluslararası anlaşmaya imza atması, kampanya ve etkinliklerin parçası olması ülkenin KSS ile ilgili konulardaki bilinç düzeyini arttırmada önemli bir etken olmuştur. 1996’da İstanbul’da gerçekleşen Habitat II Konferansı, sürdürülebilir kalkınma ile ilişkili konuların Türkiye’de tartışılması için gereken ortamın yaratılmasında öncülük etmiştir. 1999’da AKUT gösterdiği başarı dolayısıyla en güvenilir kurumlar arasına girerek Türkiye’de gönüllülük ve katılımcılık kavramlarının gelişmesine öncülük etmiştir. [6]

Türk toplumunda sosyal sorumluluk konusunda belirli bir bilinç düzeyi gelişirken şirket beklentileri de giderek artmakta ve şirketlerin toplumsal konularda sorumluluk almaları gerektiğine ilişkin talepler yükselmektedir. GFK’nın ve Capital Business Dergisi’nin ortaklığı ile 2007 yılında yapılan bir araştırmada, toplumun şirketlerden; eğitim, ardından sağlık ve sırasıyla çevre ve aile içi şiddet konularında destek ve çaba harcamalarını beklediği ortaya konulmuştur.

Kurumsal sosyal sorumluluk, işletmeler için iyi itibar oluşturmanın hammaddesi olurken, tüketicilerin, paydaşların ve toplumun gözünde iyi bir imaj edinmenin de en önemli yolu olmaktadır. Halka açık şirketler, sosyal sorumluluk konusunda gösterdikleri performansla daha fazla yatırımcı çekmektedirler. Bu şirketler rakiplerine oranla yılda 2,3 trilyon dolar daha fazla kazanıyor. Bu durumdan dolayı sosyal konulara yatırım yapan şirketlerin sayısı her geçen gün artıyor.[7]

“Sosyal Sorumluluk Parayı Nasıl Kazandığınızla İlgilidir”

Toplumsal sorunlara kurumsal duyarlılık göstermek, tüketiciler ve toplum gözünde beğeniyi ve tercih edilmeyi beraberinde getiriyor. Fakat kurumsal sosyal sorumluluk toplumun zihninde iyi bir yer edinmenin ötesinde işletmelerin tüm iş modellerinde merkezi bir konumda olmasını gerektiren bir felsefi yaklaşımdır. Global Reporting Initiative’in Başkanı Mervyn King, “sosyal sorumlulukta önemli olan paranın nasıl kazanıldığıdır” diyor. “Paranın nasıl kazanıldığı, gerçekten sorumluluk sahibi olup olmadığımızla çok yakından ilintili. Bir yandan sosyal sorumluluk faaliyetlerine bütçe ayıran, ancak diğer yandan çocuk işçi çalıştıran, vergi kaçıran, işyeri ve işçi sağlığı ile ilgili önlemleri para harcamak korkusuyla almayan markaların ve işletmelerin nasıl sorumluluğunu yerine getirdiğini söyleyebiliriz.”[8] Stratejik İletişim Danışmanı Salim Kadıbeşegil; kurumsal sosyal sorumluluğun önce bireysel sorumlulukla başladığını, bu işin özünde mutlaka samimiyetin olması gerektiğini ve her şeyden önce bunun bir yönetim felsefesi olduğunu belirtiyor.

Günümüz tüketicileri artık sosyal sorumluluklarını yerine getiren firmaları daha çok tercih ediyorlar. Dolayısıyla KSS, şirketlerin ana stratejilerine entegre olmakta, itibar ve markanın en önemli girdisi haline gelmektedir. Araştırmalarda sosyal performans ile ekonomik performans arasında doğrusal bir ilişki olduğunu ortaya koymuştur.[9] Yine the Millennium Poll’un Mayıs 1999’da yaptığı araştırmada bir şirket hakkında fikir edinmeniz için en önemli etkenler nelerdir sorusuna; çalışanlar, çevre, toplum ve etik değerlere karşı sosyal sorumluluğu cevabını verenlerin oranı % 56 olmuştur.

İş etiğinden çevreye, insan haklarından çalışana verilen değere ve sağlık, eğitim gibi çok geniş bir alan içerisinde sürdürülen KSS, firmalara şu yararları sağlamaktadır:[10]

1. Şirketlerin marka değerini yükseltiyor
2. Çalışan kalitesinin yükselmesine ve çalışan markasının gelişmesine katkı sağlıyor.
3. Şirketlerin hisse değerini arttırıyor ve borçlanma maliyetini düşürüyor.
4. Yeni pazarlara girmede ve müşteri sadakati oluşturmada büyük avantajlar sağlıyor.
5. Verimlilik ve kaliteyi arttırıyor.
6. Kamuoyunun ve kural koyucuların şirketin görüşlerine önem vermesi sağlanıyor
KSS projelerinin yararları kuşkusuz bunlarla sınırlı değildir. Bu faaliyetler, firmaların hedef kitleleri ile etkili bir iletişime geçmelerini kolaylaştırmakla birlikte, sosyal paydaşlar (firma ile ilişki içerisinde olan kesimler: çalışanlar, yatırımcılar, bayiler, tedarikçiler, medya, sivil toplum kuruluşları) nezdinde firmaların daha güvenilir ve tercih edilir kurumlar olmasını sağlamaktadır.


Kobi’ler KSS Faaliyetlerini Nasıl Yapabilir?

KOBİ’ler, ekonomiye dinamizm kazandıran, istihdam ve sürdürülebilir kalkınmaya önemli katkılar sağlayan işletmelerdir. Türkiye’de toplam işletmelerin %98 – 99’unu KOBİ’lerdir. KOBİ’ler esnek üretim yeteneklerinin yanı sıra teknolojiye çabuk adapte olma özellikleri ile ekonominin kılcal damarlarını oluşturmaktadır. KOBİ’ler içinde bulundukları çevreye ve topluma kurumsal sosyal sorumluluk konusunda önemli katkılar sağlayabilirler.

KOBİ’ler üretim faaliyetlerini çevreye saygılı, enerji tasarrufunda geri dönüşüm sistemlerini kullanarak, çalışanlarını bir değer olarak görüyor ve onların mutluluğunu sağlamaya çalışıyorlarsa, tüketicilerine verdiği vaadleri yerine getiriyorlarsa, kalite ve hizmetlerde gereken önemi gösteriyorlarsa ve tüm bunlarla birlikte içinde bulundukları toplumun sorunlarına küçük de olsa katkıda bulunuyorlarsa, sorumlu işletmeciliğin şartları yerine getiriliyor demektir.

“Sorumlu işletmecilik terimi, sosyal ve çevresel konuları şirketin faaliyetlerinin bir parçası haline getirerek o şirketin ekonomik başarısını sağlamak anlamında kullanılıyor. Şirketiniz çevrenin korunmasına katkıda bulunmak için de eyleme geçebilir. Enerji verimliliği, kirliliğin önlenmesi, atıkların asgari düzeye indirilmesi ve geri dönüşüm, maliyet tasarrufu sağlayarak şirketin mali durumuna katkıda bulunabilir.”[11] Firmaların sosyal sorumluluk anlayışlarının düzeyi, kriz ortamında daha belirgin hale gelmektedir. Kriz ortamında işten çıkarmalara mümkün olduğunca başvurmayıp, maliyetleri düşürerek, kârlılıklarından belli bir oranda vazgeçerek, istihdam yapısını koruyan firmalar, gerçek bir sosyal sorumluluk örneği olmaktadırlar.

Kurumsal sosyal sorumluluk projeleri geliştirmek için büyük ölçekli bir işletme olmak şart değildir. Her ölçekteki işletmenin kendi yetenekleri doğrultusunda yürütebileceği projeler ve katkılar vardır. Mesela bilgi iletişim sektöründe faaliyet gösteren bir KOBİ, bulunduğu şehirdeki bir ilkokulun bilgi teknolojisi sistemini güncelleyerek, bakımını yapıp bu konuda bir eğitim programı verebilir. Aynı şekilde küçük ve orta ölçekli bir işletme, çalışanlarına yönelik eğitim programları düzenleyebilir ve çalışma şartlarında iyileştirmeler yaparak bu konuda aktif bir varlık gösterebilir.

KOBİ’ler kendi potansiyellerine uygun proje ve faaliyetleri seçerken konunun iletişim boyutunu mutlaka planlamalıdırlar. Yapılan doğru işlerin medya, hedef kitle ve yerel toplum ile paylaşılması, hem firmanın itibarını arttıracak, hem de tüketiciler nezdinde tercih edilir saygın bir kurum imajı oluşturmaya katkı sağlayacaktır. KOBİ’ler KSS faaliyetlerini yürütürken üstlendikleri projelerin sürdürülebilir olmasına dikkat etmelidirler.

KOBİ’ler içinde bulundukları toplumun sorunlarına duyarlılık göstermek için ilk defa bir projeye katılacaklarsa, küçük sorunlardan başlamak, öncelikle şirketler için acil önem taşıyan ve çözebileceklerinden emin oldukları sorunlar üzerinde odaklanmaları yerinde olacaktır.[12] Küçük ve orta ölçekli firmalar ele alacakları projelerin paydaşlar ve yerel toplum ile paylaşılması sürecinde şu iletişim araçlarını kullanabilirler: “ürün etiketleri, ambalaj, basın / medya ilişkileri, bültenler, belirli bir konuya yönelik faaliyetler, raporlar, posterler, broşürler, tanıtım kağıtları, web siteleri, reklamlar, bilgi dosyaları.”[13]

Kurumsal sosyal sorumluluk, ölçeği ne olursa olsun tüm işletmelerin iş süreçlerinin odağında ve felsefesinde yer alması gereken bir zorunluluktur. Küreselleşme ile birlikte karşılaşılan sorunlar da global bir nitelik kazanmıştır. Bu sorunlarla tek başına devletlerin ya da STK’ların uğraşması beklenemez. Her fert içinde bulunduğu topluma, ülkeye ve dünyaya karşı sorumluluk duymak zorundadır. Çünkü dünyayı yaşanılabilir bir yer haline getirmenin yolu bu sorumluluk duygusundan geçmektedir.

Faruk YAZAR
12 Ocak 2009, istanbul

[1] Aydede, Ceyda, Yükselen Trend Kurumsal Sosyal Sorumluluk, Mediacat Yayınları, İstanbul 2007
[2] A.g.e, sh.25.
[3] Prof.Dr.Coşkun Can Aktan, Doç.Dr.İstiklal Y.Vural,Uluslararası Kuruluşlar ve Hükümet-Dışı Organizasyonlar Tarafından
Sürdürülen Başlıca Girişimler, Çimento İşveren Dergisi, Mayıs 2007 sh.6
[4] Ersöz, Yunus Halis, Türkiye’de Kurumsal Sosyal Sorumluluk Anlayışının Gelişiminde Meslek ve Sivil Toplum
Kuruluşları, İTO Yayınları, İstanbul, 2007
[5] Aydede, Ceyda, Yükselen Trend Kurumsal Sosyal Sorumluluk, Mediacat Yayınları, İstanbul 2007 sh.6
[6] Türkiye’de Kurumsal Sosyal Sorumluluk Değerlendirme UNDP, AB Komisyonu, Raporu 2008, Ankara
[7] Şeyma Öncel Bayıksel, Etik Hesap Verebilmede Devlerin Karnesi, Capital Dergisi, Kasım 2007,
http://www.capital.com.tr/haber.aspx?HBR_KOD=4452
[8] Salim Kadıbeşegil, Sosyal Sorumluluk Markaların Aklanma Aracı Olmamalı, PR Plus, Mediacat, Şubat 2008 sh.11
[9] Prof.Dr.Coşkun Can Aktan, Deniz Börü, Kurumsal Sosyal Sorumluluk, İGİAD Yayınları İstanbul 2007, sh.27
[10] Yılmaz Argüden, Kurumsal Sosyal Sorumluluk, İGİAD, İstanbul 2007 sh.40
[11] Küçük ve Orta Boy İşletmeler için Kurumsal Sosyal Sorumluluğa Giriş, AB Komisyonu Dokümanı Sh.2
http://ec.europa.eu/enterprise/csr/campaign/documentation/index_tr.htm#toolkit

[12] A.g.e sh.4
[13] A.g.e sh. 5

30 Ekim 2008 Perşembe

SİVİL TOPLUM YENİ ANAYASA İÇİN HAREKETE GEÇMELİ

Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın anayasa değişikliği talebi bir süredir raflarda bekletilen sivil anayasa çalışmalarını tekrar gündeme getirdi. Fakat Haşim Kılıç’ın önemle vurguladığı Anayasa reformu, gerek siyasilerden ve gerekse sivil toplum kuruluşlarından gereken ilgiyi görmedi. Türkiye, kapatma krizi ile büyük bir siyasi belirsizliğin içine sürüklendi. Sonuçları çok boyutlu olacak bir kriz, optimum bir yol bulunmaya çalışılarak bertaraf edilmiş oldu.

Anayasa Mahkemesi’nin AK Parti’yi kapatmama kararı alması ülkeyi rahatlattı. Fakat yaşanan bu süreç bu tür krizlerin tekrarlanmaması için köklü bir anayasal reforma ihtiyaç duyulduğunu açıkça gösterdi. Bu sebeple, 14 Mart ile başlayan sürecin bu açıdan iyi analiz edilmesi, Türkiye’nin geleceği açısından son derece önemlidir. Aksi takdirde siyasal sistemimizin, demokrasimizin benzer krizleri tekrar yaşaması kaçınılmaz olacaktır.

Mahkemenin AK Parti’yi ‘laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak’la nitelendirmesi, üzerinde dikkatle durulması gereken konulardan birisidir. Şüphesiz, Mahkeme üyelerinin bu tespiti yeni süreçte Hükümetin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi her an kendisini hissettirecektir. On üyenin AK Parti’nin odak olduğuna dair tespiti krizin aslında bitmediğin bir işareti olarak değerlendirilmeli ve bir rehavete kapılmamalıdır. Anayasa Mahkemesi Başkanının altını önemle çizerek yaptığı bu uyarı da durumun en önemli işaretidir. Seçimler öncesi vaad edilen sivil anayasa konusunda, bu kritik dönemeçte yeni bir konjonktür oluşmuştur. Bu konjonktürü en az hükümet kadar, kanaat önderleri ve sivil toplum kuruluşları da iyi değerlendirmelidir.

Sivil anayasa için hükümetin gerekli girişimlere yeniden başlamaması ve harekete geçmemesi gerekli dersin çıkartılmadığı izlenimini vermektedir. Son zamanlarda geniş kapsamlı bir anayasa değişikliği paketi dillendirilmektedir. Bugüne kadar birçok kez değiştirilen ve özellikle AB uyum yasaları çerçevesinde neredeyse üçte ikisine yakını değiştirilen 1982 Anayasası, bundan sonra da ne kadar değiştirilirse değiştirilirsin karakteri ve ruhu dolayısıyla Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır. Yapılacak Anayasa değişiklikleri ile yetinilirse Türkiye’nin demokratikleşme süreci hız kazanmak yerine yavaşlama yoluna girecektir.

Sivil anayasanın yeteri kadar konuşulmaması demokrasimiz adına düşündürücüdür. Müesses nizamın baskıları karşısında Türk toplumu ölüm gösterilerek sıtmaya razı edilmeye çalışılmaktadır.

TÜRKİYE’NİN NORMALLEŞMESİ SİVİL BİR ANAYASA İLE OLABİLİR

Türkiye’de şimdiye kadar yapılan anayasalar hep olağanüstü dönemlerin koşullarında ve bürokratik elitler tarafından hazırlanmıştır. Bu durum devlet ve halk arasında kopukluklar oluşturmuş ve toplumu tepeden yönetme anlayışının sonucu olarak toplumun talepleri gözardı edilmiştir.

Türkiye’nin normalleşmesi ve siyasal sistemin daha demokratik bir düzene kavuşması için demokratik açılımlara ihtiyaç var. Bunun yolu da sivil özgürlükçü bir anayasa yapmaktan geçmektedir. Yeni Anayasa, daha fazla katılımcı, temel hak ve özgürlükleri tam olarak güvence altına alan, anayasa kavramlarının somut ve kesinlik taşıdığı, hukuki boyutu ön planda olan bir toplumsal sözleşme olmalıdır.

Sivil anayasa taslağı Türkiye’nin önünde yeni bir ufuk açmıştı. Bu taslakla, Türkiye tarihinde ilk defa toplum olarak sivil bir anayasa yapma fırsatını buldu. Fakat kısır siyasi tartışmalar nedeniyle sivil Anayasa çalışmaları raflara kaldırıldı. Kapatma davası ile son yaşadığımız siyasi kriz, anayasa reformunu gerçekleştirmek için tarihi bir fırsattır. Türkiye ekonomik, siyasal, sosyal kalkınmasını ancak özgürlükçü ve insanı öncelikli tutan bir anayasa ile gerçekleştirebilir.

Türkiye, yeni bir anayasa yapamadığı için büyük krizlerle karşı karşıya kaldı. Muhalefet bu süreçte engelleyici bir tutum içinde oldu. Konuya, muhalefet partilerinin yaklaşım biçimi dikkate değer bir diğer önemli konudur. Siyasetin görevi, toplumsal ihtiyaçları doğru politikalarla karşılamaktır. Bu görevin yerine getirilip getirilmediği çok yönlü olarak sorgulanmalıdır.

Yeni bir anayasa yapımı sürecinde sivil toplum da gereken inisiyatifi gösteremedi. Bazı iyi niyetli çabalar dışında etkili bir çalışma ortaya konulamadı. Halbuki sivil toplum kuruluşları yeni bir anayasanın en önemli savunucusu ve etkin aktörü olmalıdırlar.

Sivil toplum, Anayasa mahkemesinin kapatma davasının sonucunda aldığı kararı iyi okuyarak hükümeti yeni bir anayasa yapmak için harekete geçirmelidir. Sivil toplum kuruluşları yeni anayasa için ortak çalışmalar yaparak geniş bir platform oluşturmalı ve tüm toplum kesimlerinin katılımını sağlayarak toplumsal mutabakatı oluşturmaya çalışmalıdır.

Yeni anayasa ile ilgili çalışmaların tekrar ivme kazanması ve gündemdeki yerini yeniden alması gerekmektedir. Zamanında atılmayan adımların bedelini Türkiye, her an yeni bir kriz yaşama tehlikesi ile ödeyecektir.

Türkiye’de toplumsal hayatın huzur ve barış içinde olması için reformların kararlı bir şekilde yapılması artık kaçınılmaz bir ihtiyaç olmuştur. Bu reformların başında sivil anayasa gelmektedir. Sivil inisiyatife bu süreçte önemli sorumluluklar düşmektedir. Yeni anayasa çalışmaları sadece siyasilere bırakılamayacak kadar önemli bir konudur. Türkiye artık kaçan fırsatların peşinde koşan ve enerjisini boşa harcayan bir ülke olmamalıdır.

Faruk YAZAR

16 Haziran 2008 Pazartesi

BİR DÜNYA HAYALİ KURMAK

Kokusu rengi ve görünüşü ile pırıltılı bir dünya tasavvur ediyorum. Biliyorum ki hayal etmek insanı diri tutar. Bir anlatı olarak kuru bir üsluba sıkışmış, doya doya çağlayamamış bir hayat hangi suyun sakası olabilir. Özgür ve dingin bir “ben”le, kaldığım yerden yeniden başlamak isterdim. Yeniden ufka bakıp yürümek gücünü hep bulabilmek ve asla geride kalmadan yürümek isterdim. Benim dünyamda baygın ve zarif güzellikler olmalı…Güzellikler dedimse bu dünyanın içinde hep güzellik saklamak isterdim. Kadını güzel, şehri güzel, söyleyişi ve bu dünyada bulunuş biçimi ve nedeni güzel bir estet anlayışı…benim dünyamda narin kuşlar ve yapraklarından aşk akan güller ve karanfiller olmalı.

Zihnimizdeki o berrak hayalin menbaı cennet olsa gerek. Orada şerre ve çirkinliğe yer yok. Pek sevilmek, pek sevmekle, o da pak olmakla ilgili olsa gerek. Pak pir-u pak…Pırıl Pırıl…Pırıl Pırıl olan şeyin insanın içini titreten bir tadı vardır. O tad insana varoluşun ne denli yakın olduğunu gösterir…

Pir-u pak tadı birde aşk duygusunu kırgın ve mahsun ikileminde bulmak mümkün. Seversin ama sevgin mahçup bir hayaldir. Sevgi, gerçeklik boyutunda ise insana o tadı daha iyi duyumsatabilir. İnsan sevince kimi şeylerin değerini farklı bilir. Bilmenin kanaatimce çok boyutu var… Yaşamakta bir bilme halidir. Bir yerden okuyup öğrenmekte…Ben aşkı şiirlerde ve şehirlerde değil, ruhuma saplanan bir edada buldum.

Yaşamın dokusunu hayat bilgeliği ve yaşam sanatı ile doldurmalı…

Bu dünya bir eyleşme ve bir sınav yeri olarak gösteriliyor. Birde teyakkuz içinde kalmamız gerekiyor.Umut ve korku arasındayız. Yani bu arasatta kalmışlık duygusu aslında ruhlarımız için hiçde yabancı değil. Oysa içimizdeki sonsuzluk duygusu sonsuz güzellikler ve sonsuz sevgiler arıyor. Ölünce sonsuz ölüyor.Yaşayınca pek kısa yaşıyoruz. Uzun bir rüya göremiyoruz bu yüzden. Yarım kalmaya mahkum gibi bütün özlemler. Özlemek aslında bitmeyen bir şeyi murad etmek demek.Oysa insanın elinde olan pek çok şey bitiyor…Geriye bir bilinç ve duygu kalıyor…

Toprağın nisan yağmurları ile sonsuz bir valse kalktığı bir anda müthiş bir özlemle sarılmak isterdim aşka…ıslanmak, ıslanmak ve doyasıya toprağın,çiğdemlerin,iğdelerin, kır çiçeklerinin ve sevgilinin dudaklarında kalmak isterdim.

Yarın korkusu bu günü hep gölgelemiştir. Bu yarınları bir yarın, korku öznesi olmaktan çıkartmalı. Korku damla damla biriken bir şey…Bunu biriktirmeyi hiç istemedim.

Korkusuz, tasasız esenlik dolu mavi bir tebessümde kalmak isterdim. Bu tebessüm sevginin ve cesaretin ve asaletin yüzünde manalı bir hayat olarak kalsa isterdim.

Faruk YAZAR
2006

12 Haziran 2008 Perşembe

İstanbul’da nihavent bir akşam...

Sadri Alışık’ın Ah Güzel İstanbul filminin içine düşmüş gibi derin bir rüyanın ortasında buldum kendimi… İstanbul kendini en çok ışıltılı caddeleri ve evlerinin silüetinde geceleyin gösteriyor. Bir rüya şehir ama dokunulamayan yaşanılamayan… Her meftun kendine açılacak bir hayali bekliyor burada…

Haliç’in çiçeklerle bezenmiş köşesinden, nedim'in şarkılarının duyulduğu sadabad güzergahından eski istanbul’a doğru yürüyorum... Akşam oldu mu İstanbul insanın üstüne ağıyor....Fener vapuruna atlayıp insan bu güzelliğin içinde kaybolmak istiyor …Bir nihavent şarkı gibi İstabul'da vapurlar ve boğaz…

Bense eleğimsağmaları düşünerek, yol imgesinin içinde bir gergef dokuyorum. Sahilde tek başıma yürürken yalnızlığımı ve yokluğu duyumsatmayan varlık hasreti ile sessizce yürüyorum….

Sanki eski istanbul’un içine girmeme ramak kalmış gibi zarif ve güzel insanların yaşadığı evleri, sokakları arıyorum. Bilmediğim ne çok şey var diyerek hayretimi büyütüyorum. İstanbul’u ve aşkı düşünmek, derin bir estetik mutluluk veriyor. Bizim mutluluklarımız rüyaların üstüne yazılmış kelimelerden oluşmuş…

O kadar çok erteledik ki hayatı… dokunamadığımız rüyalar şarkılardan çıkıp kalbimize bir mumun titrekliği ile düşüyor: “gerçeklerden biraz kaçıp hayale daldık hayalde de mutluluğu bulamadık ki....”

Akşamleyin eve girerken birden kapıdan koşarak minik bir çocuk çıktı. Neşe içinde bana doğru koştu.. Bir an baba diyecekmiş gibi geldi.... Küçük bir çocuğun mutluluğun resmine ait bir figür olduğunu bilmezdim. Bilmezdim niçin çırpınarak koşar bir çocuk. Bilmezdim mekanlar ve insanlar sevgi ile varolurmuş….

Vapurlar usulca kıyıya yanaşırken Nazım’ın nasıl bir hasretle vapuru okşadığını düşündüm bir an. Sevgi ne kristal bir duygu ki insana estetik bir hususiyet katıyor…Balat ve Eminönü’nü boydan boya çevreleyen sahil… Balat’tan geçerken pencereden Asiye’nin bakacağını umarak kafamı bu şiirsel sokaklara çeviriyorum.

Bazen içimdeki romantik coşkuyu durdurmak için başımı öne eğip kaldırımlarda kayboluyorum… Yalnızlığın farkında olup da evrenle yine de uyumlu olmaya çalışmak...

Gece üstümüze eğilirken içimize dolan bir yokluk duygusu uykularımızı sessizce kaçırıyor. Bir varoluş tefekkürüne boğuyor, günlerin karanlıkta hatıra olarak kalması… Işıltılı caddelere atıyorum kendimi. Bir yer vardır belki kendini hiç duyumsatmayan, metafizik acıların olmadığı…Hiç kaybolamıyorum. Nereye gitsem her şeyin ortasında oluyorum. Bir damla mutluluk, bir varlık neşesi, bir tutam sevgi donatırdı yarım kalan şehrayinimizi…


Faruk YAZAR
26.09.2007, İstanbul

2 Haziran 2008 Pazartesi

MECLİSTE DE TENHÂDA DA HER YERDE GÜZELSİN

Bir bahar sabahı olmalı. Serçelerin, ezan seslerinden sonra bir şarkıya tutuşmaları ile şehrin yüzünde yeni bir çehre daha açılıyor. Bir adam bir güle dokunurken ağlıyor inceden. Gürül gürül bir yağmur yağıyor olmalı. Bir şehre giriliyor herkes uykudayken, herkes henüz dünyanın hergünkü dünya olduğunu düşünüyorken…

Bir duygu şehrin uzun caddelerine serilip rüzgarın koluna takılıyor. İçinden bir dünya kurma özlemi geçen düşüncelerle. Yıldızlı gecelerde sonsuz bir his kapıyı çalıyor. İşte “o” İşte o duygu…Baktığı her güzelliğe sonsuzkere bakmayı özendiren, bir düş gibi gecelere dolan yıldızlara ve mehtaba gülümseten o duygu…O duygu, büyük bir coşkuyla hayran ediyor kendine…

Hayran olmak belki de bu dünyadaki en güzel duygudur. .Kalakalmak…Derin bir vecde kapılıp sonsuz bir rüzgarda yok olmak…serin mavi suların köpüklerinde nefes almak.. Nisan yağmurları bütün coşkusu ile gazeller eşliğinde toprağı kendisine aşık ediyor. Ve yağmurlar altında kaybolmak ıslanmış aşk cümleleri ile. “ateş-i aşkınla yandır kalbimi subhu mesa, çünkü hayran olmuşum ben bezmi elestte sana…” Güllere bir hal oluyor, sabah ezanlarıyla aşk derdinden terliyor beyaz güller…
“Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su”

Usulca düşüyor nazenin yapraklarından teri güllerin. Kız kulesi beyazlaşıyor bir vecd anını kollar gibi. Sessizlikle bölünüyor dua mırıltıları. Aşk gelip konuyor omuzlara…Serilip yaslanıyor uzun ve dalgın bakışlar serin sulara. Geniş avlulu camilerin kedileri konuşmaya başlıyor. Aşk olmasaydı böylesine hayran olmazdı insan…Dile gelmeyen bir söze çarpılıp kalıyor şarkılar. Bir umut bu kadar varolmayı istememişti…

Geceye yürünüyor olmalı, ilahi sesi duymak için zümrüt bir otağa doğru. Gece insanın içine kristal şehrayinlerle doluyor. Seccade izleriyle bir yıldıza gülümsüyor. İnsan en çok hayran olurken güzel diyor yıldızlar. Aşk kapı kapı dolaşıyor bir gece ansızın, güneş henüz güllerin tenine ışımamışken. Tek bir lamba yanıyor, bir bir sönen ışıkların içinde. Henüz uyutulmamış kandillerin altında sonsuzluğu hatırlatan bir endama şiirler yazılıyor. “Sonsuzluk elinde bir mavi tülbent, ok çekti yukardan üstüme avcı”

Bir mum yanıyor olmalı. Hafifçe bir rüzgar dokunuyor sonra ruhlara. Vecd anında susuyor. Belki susmamalı. Dili var idiyse aşkın şarkılara karışmış olmalı. Çünkü hayran olurken savrulurdu cümle tabiat. Yürürken peşi sıra kaybolurdu dünya. Heyecandan açmayı unuturdu erguvanlar. Nutku tutulurdu bir kalbe henüz değmemiş sözlerin. Gözlerinde dünya yeniden yorumlanırdı. Güller ve laleler başka türlü açardı konuşurken. Başka bir söz olurdu yaşamak. Bir al şale bürünüp kaybolurdu tam görünecekken. Bir türlü yetişilmezdi fecre kadar yürünse de. Yine de bir sözüne revan olup düşerdi yollara. Aşk henüz çıkmışken mehtaba…

Söylenmemiş sözler kalmış olmalı hayran olurken insan. Bir söz ki, aşk deyip ebedi sessiziliğe dalıyor. Sonsuzca sevmek, sonsuzkere kaybolmak, deryada bir sal aramamak…Aşk, bir kuyudan insana bakıyor.

Faruk YAZAR
02 Haziran 2008, İstanbul