tag:blogger.com,1999:blog-26069179549942024582024-03-13T00:20:35.215-07:00stratejik düşünce haritasıBu sitede stratejik iletişim ve stratejik düşünceye dair paylaşımlar yer almaktadır.
Bilgi ve hikmetin ışığında…faruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.comBlogger40125truetag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-12165779705640716752009-06-09T01:05:00.000-07:002009-06-09T01:07:50.135-07:00DEĞERLERİN TÜKETİM ARACI OLARAK REKLAMREKLAM ANALİZLERİ<br /><br />1. Toyota Yaris ReklamıToyota Yaris reklamı yaratıcı fikrindeki düşünce açısından tartışmalı bir mesaj taşıyor. Başkası uğruna kendini feda etmeye aşina Türk kültüründe, ötekine karşı duyarsızlığın hoş görülmediği malum. Reklamda ürün bir insan hayatının önüne geçiyor. Zor durumda kalmış bir insana yardım etmeyi umursamayan bir davranış hangi değerle açıklanabilir. Bu reklamda en temel insani bir erdem olan dayanışma değerine karşı egosantrik bir tavır göze çarpıyor.Reklamın mesajı: Yaris reklamında da "DUYARSIZLIK" sorunu, markanın kimliğine ait bir değer olarak kendini gösteriyor. Yaris reklamı toplumdan gelen tepkiler nedeni ile gösterimden kaldırılmak zorunda kaldığı bilgisini de belirtmekte yarar var.<br /><br />2. Chery Reklamı Çinli otomobil markası Chery’nin basın reklamında “özgürlük hareketi” başlığı ile otomobil tanıtılıyor. Gücün ve konforun keyfini özgürce sürmek isteyenlere seslenen marka, Chery satın alanların özgürlük hareketine katıldıklarını belirtiyor. Markaların, insanların duyularına hitap ederek en temel varoluşsal kavramları bir tüketim nesnesi ile bütünleştirmeye çalışmaları bu kavramları aleladeleştiriyor. Tüketim kültürünün temel özelliği de değerlerin aleladeleştirilmesidir. Böylelikle içeriksiz ve tek tip bir yaşam ve algılama tarzı toplumda hakim oluyor.Reklamın mesajı:Bu reklamda, reklam metinlerinde alışılagelen kimlik oluşturma unsurlarını görüyoruz. Burada oluşturulmaya çalışılan kimlikte, sınırsız bir özgürlük vaadi sunuluyor. Modern tüketicinin en çok duymak istediği kavramlardan güç ve konfor isteği markanın sınırsız özgürlük vaadi ile anlatılıyor. Özgürlük isteminin sınırsız kullanımı, insandaki bireysel ve toplumsal kontrol duygusunu körelterek hoyratlaştırıyor. Özgürlük hareketi bir otomobile sahip olmakla eşitlendiğinde gerçekte özgürlük nedir diye sormak gereksiz bir uğraş haline gelebilir. Reklamda, varoluşsal bir değerin tüketim nesnesine dönüştürülmesine ilişkin bir özdeşleşme problemi bulunmaktadır. <br /><br />3. İstikbal Mobilya Reklamı İstikbal Mobilyanın yeni kampanyalarından “yeni bir istikbal yeni bir sen” reklamı, yeni bir sen oluşturmanın ipuçlarını vermeye çalışıyor. Kampanya İstikbalin 2009 yılı için yenilik konsepti üzerine kurulmuş. Reklam metninde “size de bazen hayat sıkıcı gelmiyor mu? Sanki her şey tek renk, günler tekdüze… peki biraz keyiflenmeye ne dersin? Yeni rüyalara, yeni keyiflere, yeni keşiflere…Baktığın yerde yeniliği görmeye..şeklinde bir davet yapılıyor. Bu daveti olumlu karşılayanlar istikbal mobilya satın almaya çağrılıyor. Böylelikle yeni bir senin oluşacağı söyleniyor. Günümüzde ürünlerin kalite, satış sonrası hizmet ve standardizasyon gibi özellikleri ile bir birine benzediği bir gerçek. Markalar, rakiplerinden farklılaşmak için tüketici zihninde benzersiz bir konum oluşturmaya çalışıyorlar. Tüketiciyi kalbinden yakalamanın en önemli iş haline geldiği günümüz pazar ortamında markalar, tüketicilere benzersiz bir deneyim yaşadıklarını anlatmaya çalışıyorlar. Bu anlatı ise esasen dini motiflerde karşılığını bulan bir tecrübedir. Reklam metninde, bir mobilya satın alınarak insanın sıkıcı hayatını değiştirebileceği ve yeni bir kimliğe kavuşacağı mesajı verilmektedir. Reklam vaadindeki abartılı teknik sorun bir tarafa, aslında buradaki temel sorun yeni bir sen’e ulaşmak için bir konfor hazzının bir nesneye sahip olunarak elde edilmesi ile olmasıdır. Yeni bir sen söylemi gerçekte dini göndermesi olan ruhsal yolculuğu ima etmektedir. Mevlana’nın bugün yeni bir gün yeni bir söz söylemek lazım sözünün bir anlamda marka vaadine dönüştürülmesi sözkonusu. Reklamın mesajı:Bu reklamda modern tüketicinin sürekli doyumsuz haz isteğinin değişim metaforu ile yeni bir kişilik oluşturulmaya çalışıldığı görülmektedir.<br /><br />4. Mazda ReklamıYeni Mazda 3 otomobilinin basın ilanında felsefi bir soru ile karşılaşıyoruz. Sen kimsin? Ne istediğini, ne yapman gerektiğini biliyorsan işte yeni Mazda 3 diye devam eden reklam metninin sonunda yeni mazda’yı alanların hayatta kim olduklarını bildikleri söyleniyor. Final cümlesinde ise, kendisini tanıyanların otomobili tanımı yer alıyor. Sokrates’den buyana felsefede kendini bilmek önemli bir mesele olarak süregelmiştir. Esasında kendini bil mottosu dini bir göndermesi olan varoluşsal bir sorgu. İslam kültüründe, kendini bilmek insanı kamil olma yolunda ilerlemekle ilgili bir kavramdır. Kendini bilmek böyle esaslı bir mesele iken, bu varoluşsal arayışın bir nesneye sahip olmakla tamamlanacağı varsayımı reklam metninde ima edilmektedir. Tradisyonel değerlerin yerine marka vaadinin ikame edilmeye çalışıldığı bir marka konumlandırması ile karşı karşıyayız. buradaki asıl temel sorun tüketiciye gönderilen mesajın kökeninde, insanın manevi arayış serüvenini bir marka vaadine dönüşmesidir. Bu metinde alt mesaj olarak, markanın değerlerin yerini almaya çalıştığını söyleyebiliriz.<br /><br /> 5. Dijitürk ReklamıDigiturk yeni bir kampanya ile imaj tazeliyor. “Mutlu ailenin sırrı” Kampanyasında, Türk, Kürt birçok ailenin Digiturk’le yaşadığı mutluluk aile bireylerinin ağzından spontane bir şekilde anlatılırken muhafazakâr ailelerin yer aldığı versiyonlarda bulunuyor. İlk bakışta sıradan gibi gözüken reklamın yöneldiği semboller açısından üzerinde durulmayı gerekli kılıyor. Aile toplumsal sistemin bel kemiğini oluşturan bir kurum. Kampanyada, aile müessesinin ekrana kilitlenen edilgen bir varlık olarak resmedilmesi düşündürücü. Dijitürk, toplumsal bir değeri ifade eden aile kurumunu, dijitürk izlendiği müddetçe mutlu olunduğunu söyleyen bir mesaj veriyor. Etnik ve dini göndermelerinde bulunduğu reklamda, birlik, bütünlük gibi geleneksel bir değerin sömürüldüğünü görüyoruz. Mutluluk gibi soyut bir kavramın tv izleyerek elde edilebileceği naif ve ikna edici olmayan bir özellik taşıyor. Aile bireylerinin sözde tv. İzlerken yaşadıkları deneyim mutluluk olarak resmediliyor. Bu deneyimin gerçekte mutlu bir aile olmanın sırrı olmadığı sloganın aşırı iddiasında ortaya çıkıyor. Mutlu bir aile imgesi tüketerek gerçekleşen bir eylem olabilir mi?<br /><br />6.Coca Cola Ramazan kampanyasıRamazan ayında yayınlanan Coca Cola reklamları, değerlerin reklamlarda kullanılması konusundaki tipik örneklerden birisidir. Ramazan kampanyalarında, Türkiye’nin farklı yerlerinden birbirinden çok farklı alt kültür gruplarına ve kültürel değerlere sahip kişilerin iftar hazırlığı görüntüleri yer almaktadır. Reklamda gerek masa başında bekleyen aile gerekse maden ocağında saati bekleyen işçiler olsun hep bir birliktelik içinde gösterilmektedir. Her biri orucunu açarken Coca Cola hepsinin ortak paydası olarak ekrandadır. Bu reklamda bir kişi bile yalnız başına oruç açarken Coca Cola içerek gösterilmez çünkü bireyden çok grup anlayışı ön plandadır. Reklamın mesajı:Müslümanlar için kutsal ay olan Ramazan içinde birlik, bütünlük ve paylaşım değerleri ön planda olmaktadır. İşte burada Coca Cola reklamında herkes bir arada (gerek aile, gerek işçiler, gerekse vapurdaki çalışanlar ve yolcular) yer almakta ve oruçlarını hep beraber açmaktadır. Bu reklamla cocacola, “oruç açılırken aileniz ya da dostlarınızla yanınızda” mesajı vererek Türkiye ve Türk kültürüne özgü lokal bir uygulama yapmaktadır. Kültürel değerler altında yine aile yapısı da dikkatle analiz edilmelidir. Örneğin batı ülkelerinde çekirdek aileler daha ön planda, boşanma daha rahat kabullenilir ve geçlerin ayrı evde yaşaması sorun yaratmazken. Daha geleneksel ülkelerde bunun tersi anlayışlar söz konusu olacaktır. Geleneksel aile değerlerinin önemsendiği bir toplumda bu değerlerin reklamlarda kullanılması ve ürünün bu değerlerle birlikte aynı kareye yerleşmesi değerlerin sömürülmesi gibi bir sakıncayı karşımıza çıkarmaktadır.faruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-68162489579949383702009-05-12T04:09:00.000-07:002009-05-12T04:18:53.439-07:00MASANIN ÜSTÜNDE BİR KURŞUNKimseler yok. Her yer o kadar tenha ki, cinler ve periler bile bunalmış olmalı. Bu şehirde akşam ve karanlık evlere ne kadar çabuk geliyor böyle. Makarna yaptım yemedim. Evin odalarında dolaşan sessizliği kolaçan edip, duvardaki film afişinde bir şeyler söyleyecekmiş gibi bakan aktrisle konuştum. Çok uzun süre kimseyle konuşmamıştım. Bir süre sonra insan, bir başkasıyla konuşmaya mecbur olduğunun farkına varıyor.<br /><br />Duvarlar, insanın düşüncelerini ve var olma azmini emen bir heyula gibi. Bugün her günkü akşamdan daha farklı bir sızı dolaşıyor karaltılarda. Her karaltı, insanın ruhuna saplanmış anılarla doğruluyor yerden. Sonra belli belirsiz bir imge olarak karanlığa karışıyor.<br /><br />Radyoda Kıraç var. Makarna, kıraç ve evin içine dolan bir ürperti. Odada masanın üstünde bir kurşun duruyor. Kurşuna paralel olarak yatağa uzanıp, takvimdeki resim şiirini mırıldanıyorum. Yeni hayat filminde Tom Hanks, mağarada bir beyzbol topuyla konuşuyordu. Bende duvardaki aktrisle konuşuyorum her akşam. Yalnız bir insan için akşam, ölümlü olmanın acı bir resmidir. Akşam bir hırsla insanı tüketir. Şehrin ışıl ışıl yanan lambaları geride kalmış bir umudu diriltmek için artık yeterli değildir.<br /><br />İstanbul, kendini yalnızlıklara bölüyor her akşam. Koskoca apartmanın ıssız merdivenlerinden hiçbir ses duyulmuyor. Küçük adacıklar içinde Robinson Kruso’lar yaşamaktadır bu evlerde. Her aile bir çeşit Kruso. Radyonun cızırtıları anıların hayal perdesini açmaktadır. İnsan, içinde yaşarken etrafını kuşatan duvarların imgesel baskısını fark edemiyor. Duvarlar, insanın kendisi için ördüğü bir çeşit hapishanedir. İçinde kaybolarak varlığını erittiği bir soğuk mekandır apartman duvarları.<br /><br />Masanın üstündeki kurşun senaryoda patlamak zorunda olan bir tabancanın soğukluğu ile parıldıyor. Makarnanın yalnızlık duygusu ile olan zorunlu ilişkisi bütün iştahımı kaçırıyor. Odanın dağınık hali, eylülün dağınık yaprakları gibi sere serpe uzanmış ve kasvetli. Bergman, yaşamak bir incinmedir demişti. Ancak, hikayesi olan insanlar incinebilir hayattan. Hikayesini kaybetmiş sokaklar, özlemin ne olduğunu unutmuş yalnızlar kadar büyük ve ıssız bir incinme oluyordu kurutulmuş gül mevsimleri.<br /><br />Şimdi her şey bir bardak su içip başını yastığa koymuş bir hasta gibi mecalsiz. Bugün afişteki aktriste konuşmuyor, radyoda çalan nihavent şarkılara rağmen. Sessizlik müthiş bir gürültüye dönüşüyor sonra…<br /><br />Faruk Yazarfaruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-87804748207417588942009-01-13T03:18:00.000-08:002009-01-13T03:20:23.563-08:00KOBİ’ler ve Kurumsal Sosyal Sorumluluk YaklaşımıKurumsal sosyal sorumluluk (KSS), sürdürülebilir kalkınma kavramı ile birlikte gelişen ve iş modellerinin merkezine yerleşmeye başlayan, toplumdan aldığını, topluma verme anlayışını yansıtan bir yaklaşımdır. Şirketlerin paydaşları ve hedef kitleleri ile samimi ve etkili bir iletişim geliştirmelerine olanak veren kurumsal sosyal sorumluluk, çevre, sağlık ve eğitim gibi temel sorun alanlarında yapıcı bir duyarlılığın gelişmesini sağlamaktadır.<br /><br />Kurumsal sosyal sorumluluk kavramı, ilk kez 1953’de Howard Bowen’ın Social Responsibilites of the Businessman adlı kitabında yer aldı.<a title="" style="mso-footnote-id: ftn1" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftn1" name="_ftnref1">[1]</a> Kurumsal sosyal sorumluluğun tanımında tam bir uzlaşma olmamasına karşın; “bir şirketin ekonomik ve çevresel bir biçimde çalışırken paydaşlarının ilgi ve hassasiyet alanlarını da paylaşması konusundaki yükümlülükleri olarak tanımlanabilir.”<a title="" style="mso-footnote-id: ftn2" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftn2" name="_ftnref2">[2]</a> Kurumsal Sosyal Sorumluluk Derneği ise kavramı, şirket operasyonlarının sosyal paydaşlara karşı ne tür çevresel, ekonomik ve sosyal etkiler yarattığının ölçülmesi; şirketin ve toplumun aynı anda gelişmesine katkı sağlayacak etkinlik ve işlemlerin hayata geçirilmesi olarak tanımlamaktadır.<br /><br />Kurumsal sosyal sorumluluk anlayışı yirminci yüzyılın başlarından bu yana gelişerek bugünkü şeklini almıştır. Sosyal sorumluluk konusunda uluslararası örgütler, deklarasyonlar yayınlayarak bu konudaki gelişmeleri hızlandırmış ve bunun tüm dünyada yükselen bir trend haline gelmesini sağlamıştır. Bu deklarasyonlar sırasıyla, ILO Çokuluslu Şirketler ve Sosyal Politika İle İlgili İlkeler Üçlü Bildirgesi, OECD Uluslararası Yatırımlar ve Çokuluslu İşletmeler Bildirgesi, Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP), Finans Girişimi (Mali Kurumlarda Çevre ve Sürdürülebilir Kalkınmaya İlişkin UNEP Deklarasyonu ve Birleşmiş Milletler bünyesinde 2000 yılında imzalanan Küresel Sözleşme (Global Compact) bu konudaki en önemli girişimlerdir. Bu sözleşme, şirketlerin etki alanları kapsamında insan hakları, çalışma standartları, çevre ve yolsuzlukla mücadele alanlarında bir dizi esas değeri kabul etmeleri, desteklemeleri ve uygulamaya koymalarına ilişkin ilkeler içermektedir.<a title="" style="mso-footnote-id: ftn3" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftn3" name="_ftnref3">[3]</a><br /><br />KSS,1990’lı yıllarda popülerlik kazanmaya başlamıştır. Kavramın aslında özü itibarı ile yeni olmadığı ve tarihi seyir içerisinde toplumlarda bugünkü anlamda olmasa bile çeşitli şekillerde yer aldığı bilinmektedir. KSS, Türkiye’de hayırseverlik kültürü olarak varlık göstermiştir. Ülkemizde dini değerlerden kaynaklanan güçlü bir hayırseverlik kültürü bulunmaktadır. Hayırseverlik, bir ölçüde sosyal sorumluluk yaklaşımına yakın bir kavramdır. Fakat modern yönetim felsefeleri açısından hayırseverlikle KSS arasında önemli farklar bulunmaktadır. KSS, şirketlerin iş stratejilerine entegre olan bir değeri ifade etmektedir. Hayırseverlikte ise, yine toplum yararına işler yapılmakta olup bunun iş sonuçlarına etkisi düşünülmemektedir. Türkiye’de KSS konusunda doğrudan bir kanuni düzenleme olmamasına rağmen bu anlayışın firmalarda yaygınlık kazanmasının en önemli nedenlerinden birisi de bu hayırseverlik kültürüdür.<br /><br />İslam toplumlarında sosyal sorumluluk anlayışına uygun toplumsal örgütlenme modelleri geliştirilmiştir. Bu modeller bugün bile pek çok kuramsal çalışmaya ışık tutacak bir zenginliğe sahiptir. Örneğin Osmanlı toplumu bir vakıf medeniyeti olarak tarihte çok önemli bir yer edinmiştir. Osmanlı topraklarında vakıf, en önemli hayırseverlik kurumu idi. 1546 yılında İstanbul’da kurulu bulunan vakıf sayısı 2515’ti. Vakıflar Osmanlı toplumuna büyük katkılar sağlamışlardır. 11. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan Ahilik ve lonca teşkilatı, işletmelerin ve mesleki birliklerin topluma karşı sorumlulukların yerine getirilmesinde önemli bir mirasa sahip olduğunu göstermektedir.<a title="" style="mso-footnote-id: ftn4" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftn4" name="_ftnref4">[4]</a> Sosyal sorumluluk anlayışının felsefesinde, insana, topluma ve doğaya saygılı ve uyum içerisinde olmak vardır. Bu da bir dünya görüşü içerisinde, yapılan tüm işlerde, tutum ve davranışlarda bu dengenin gözetilmesi suretiyle olmaktadır. <br /><br />Kurumsal sosyal sorumluluğun bugünkü anlamı ile kullanılmasına Amerika öncülük etmiştir. 2000’li yıllarla birlikte KSS kavramı şirketlerin gündemine daha fazla girmeye başladı. Ülkemizde son yıllarda bu konudaki duyarlılık hızlı bir gelişme kaydetmektedir. Özellikle uluslararası şirketlerin ortaya çıkması ve küreselleşmenin de etkileriyle, Türk firmaları kurumsal sosyal sorumluluk projelerine daha çok ilgi göstermeye başladı.<br /><br />Türkiye’de sosyal sorumlulukla ilgili zengin bir gelenek olduğu için bu kavram ülkemizde kolayca benimsenerek, firmaların ilgisini gün geçtikçe daha fazla çekmektedir. İslam toplumlarında zekat, infak, sadaka gibi kurumlar hayırseverliğin gelişmesi ve toplumsal dayanışmayı geliştirici bir fonksiyon icra etmiştir. Aslında zekat ve infak gibi kavramlar bir ölçüde bugünkü sosyal sorumluluk anlayışını karşılayan kurumlardı.<a title="" style="mso-footnote-id: ftn5" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftn5" name="_ftnref5">[5]</a><br /><br />İslam toplumlarındaki hayırseverlik duygusu, bütünüyle dini bir motivasyonla gerçekleştiği için Türk insanının kültürel kodlarındaki dayanışmacılığı besleyen en önemli kaynak olmuştur. Medeniyet mirasımızdaki hayırseverlik anlayışı bugün modern işletme yönetim felsefesi ile entegre olarak şirket politikalarına yansıyan ve firmalara itibar kazandıran bir kavram haline gelmiştir.<br /><br />İşletmelerin yaşadıkları çevre ve toplumun sorunlarını önemsemeleri ve bu sorunların çözümüne ilişkin STK’lar ve paydaşlarla ilişkiye geçmeleri diyalojik bir süreç başlatarak sinerji oluşturmaktadır. Türk toplumunda sosyal birimler arasında sürekli bir işbirliği kültürel bir değer olarak zaten var olduğu için, kamu hizmetlerinin önemli bir bölümü sivil kesim tarafından yerine getiriliyordu. Bu kültürel miras modern dönemde KSS’nin kavramsal çerçevesi içinde de kendini göstermeye başladı. Fakat hala Türk toplumunda hayırseverlik faaliyetlerinin gizli kalması gerektiğine ilişkin anlayış devam etmekte olup, bunun şirketin itibarına ve kurumsal değerine sağlayacağı yararlar yeteri kadar önemsenmemektedir.<br /><br />Türkiye’nin giderek artan sayıda uluslararası anlaşmaya imza atması, kampanya ve etkinliklerin parçası olması ülkenin KSS ile ilgili konulardaki bilinç düzeyini arttırmada önemli bir etken olmuştur. 1996’da İstanbul’da gerçekleşen Habitat II Konferansı, sürdürülebilir kalkınma ile ilişkili konuların Türkiye’de tartışılması için gereken ortamın yaratılmasında öncülük etmiştir. 1999’da AKUT gösterdiği başarı dolayısıyla en güvenilir kurumlar arasına girerek Türkiye’de gönüllülük ve katılımcılık kavramlarının gelişmesine öncülük etmiştir. <a title="" style="mso-footnote-id: ftn6" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftn6" name="_ftnref6">[6]</a><br /><br />Türk toplumunda sosyal sorumluluk konusunda belirli bir bilinç düzeyi gelişirken şirket beklentileri de giderek artmakta ve şirketlerin toplumsal konularda sorumluluk almaları gerektiğine ilişkin talepler yükselmektedir. GFK’nın ve Capital Business Dergisi’nin ortaklığı ile 2007 yılında yapılan bir araştırmada, toplumun şirketlerden; eğitim, ardından sağlık ve sırasıyla çevre ve aile içi şiddet konularında destek ve çaba harcamalarını beklediği ortaya konulmuştur.<br /><br />Kurumsal sosyal sorumluluk, işletmeler için iyi itibar oluşturmanın hammaddesi olurken, tüketicilerin, paydaşların ve toplumun gözünde iyi bir imaj edinmenin de en önemli yolu olmaktadır. Halka açık şirketler, sosyal sorumluluk konusunda gösterdikleri performansla daha fazla yatırımcı çekmektedirler. Bu şirketler rakiplerine oranla yılda 2,3 trilyon dolar daha fazla kazanıyor. Bu durumdan dolayı sosyal konulara yatırım yapan şirketlerin sayısı her geçen gün artıyor.<a title="" style="mso-footnote-id: ftn7" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftn7" name="_ftnref7">[7]</a><br /><br />“Sosyal Sorumluluk Parayı Nasıl Kazandığınızla İlgilidir”<br /><br />Toplumsal sorunlara kurumsal duyarlılık göstermek, tüketiciler ve toplum gözünde beğeniyi ve tercih edilmeyi beraberinde getiriyor. Fakat kurumsal sosyal sorumluluk toplumun zihninde iyi bir yer edinmenin ötesinde işletmelerin tüm iş modellerinde merkezi bir konumda olmasını gerektiren bir felsefi yaklaşımdır. Global Reporting Initiative’in Başkanı Mervyn King, “sosyal sorumlulukta önemli olan paranın nasıl kazanıldığıdır” diyor. “Paranın nasıl kazanıldığı, gerçekten sorumluluk sahibi olup olmadığımızla çok yakından ilintili. Bir yandan sosyal sorumluluk faaliyetlerine bütçe ayıran, ancak diğer yandan çocuk işçi çalıştıran, vergi kaçıran, işyeri ve işçi sağlığı ile ilgili önlemleri para harcamak korkusuyla almayan markaların ve işletmelerin nasıl sorumluluğunu yerine getirdiğini söyleyebiliriz.”<a title="" style="mso-footnote-id: ftn8" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftn8" name="_ftnref8">[8]</a> Stratejik İletişim Danışmanı Salim Kadıbeşegil; kurumsal sosyal sorumluluğun önce bireysel sorumlulukla başladığını, bu işin özünde mutlaka samimiyetin olması gerektiğini ve her şeyden önce bunun bir yönetim felsefesi olduğunu belirtiyor.<br /><br />Günümüz tüketicileri artık sosyal sorumluluklarını yerine getiren firmaları daha çok tercih ediyorlar. Dolayısıyla KSS, şirketlerin ana stratejilerine entegre olmakta, itibar ve markanın en önemli girdisi haline gelmektedir. Araştırmalarda sosyal performans ile ekonomik performans arasında doğrusal bir ilişki olduğunu ortaya koymuştur.<a title="" style="mso-footnote-id: ftn9" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftn9" name="_ftnref9">[9]</a> Yine the Millennium Poll’un Mayıs 1999’da yaptığı araştırmada bir şirket hakkında fikir edinmeniz için en önemli etkenler nelerdir sorusuna; çalışanlar, çevre, toplum ve etik değerlere karşı sosyal sorumluluğu cevabını verenlerin oranı % 56 olmuştur.<br /><br />İş etiğinden çevreye, insan haklarından çalışana verilen değere ve sağlık, eğitim gibi çok geniş bir alan içerisinde sürdürülen KSS, firmalara şu yararları sağlamaktadır:<a title="" style="mso-footnote-id: ftn10" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftn10" name="_ftnref10">[10]</a><br /><br />1. Şirketlerin marka değerini yükseltiyor<br />2. Çalışan kalitesinin yükselmesine ve çalışan markasının gelişmesine katkı sağlıyor.<br />3. Şirketlerin hisse değerini arttırıyor ve borçlanma maliyetini düşürüyor.<br />4. Yeni pazarlara girmede ve müşteri sadakati oluşturmada büyük avantajlar sağlıyor.<br />5. Verimlilik ve kaliteyi arttırıyor.<br />6. Kamuoyunun ve kural koyucuların şirketin görüşlerine önem vermesi sağlanıyor<br />KSS projelerinin yararları kuşkusuz bunlarla sınırlı değildir. Bu faaliyetler, firmaların hedef kitleleri ile etkili bir iletişime geçmelerini kolaylaştırmakla birlikte, sosyal paydaşlar (firma ile ilişki içerisinde olan kesimler: çalışanlar, yatırımcılar, bayiler, tedarikçiler, medya, sivil toplum kuruluşları) nezdinde firmaların daha güvenilir ve tercih edilir kurumlar olmasını sağlamaktadır.<br /><br /><br />Kobi’ler KSS Faaliyetlerini Nasıl Yapabilir?<br /><br />KOBİ’ler, ekonomiye dinamizm kazandıran, istihdam ve sürdürülebilir kalkınmaya önemli katkılar sağlayan işletmelerdir. Türkiye’de toplam işletmelerin %98 – 99’unu KOBİ’lerdir. KOBİ’ler esnek üretim yeteneklerinin yanı sıra teknolojiye çabuk adapte olma özellikleri ile ekonominin kılcal damarlarını oluşturmaktadır. KOBİ’ler içinde bulundukları çevreye ve topluma kurumsal sosyal sorumluluk konusunda önemli katkılar sağlayabilirler.<br /><br />KOBİ’ler üretim faaliyetlerini çevreye saygılı, enerji tasarrufunda geri dönüşüm sistemlerini kullanarak, çalışanlarını bir değer olarak görüyor ve onların mutluluğunu sağlamaya çalışıyorlarsa, tüketicilerine verdiği vaadleri yerine getiriyorlarsa, kalite ve hizmetlerde gereken önemi gösteriyorlarsa ve tüm bunlarla birlikte içinde bulundukları toplumun sorunlarına küçük de olsa katkıda bulunuyorlarsa, sorumlu işletmeciliğin şartları yerine getiriliyor demektir.<br /><br />“Sorumlu işletmecilik terimi, sosyal ve çevresel konuları şirketin faaliyetlerinin bir parçası haline getirerek o şirketin ekonomik başarısını sağlamak anlamında kullanılıyor. Şirketiniz çevrenin korunmasına katkıda bulunmak için de eyleme geçebilir. Enerji verimliliği, kirliliğin önlenmesi, atıkların asgari düzeye indirilmesi ve geri dönüşüm, maliyet tasarrufu sağlayarak şirketin mali durumuna katkıda bulunabilir.”<a title="" style="mso-footnote-id: ftn11" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftn11" name="_ftnref11">[11]</a> Firmaların sosyal sorumluluk anlayışlarının düzeyi, kriz ortamında daha belirgin hale gelmektedir. Kriz ortamında işten çıkarmalara mümkün olduğunca başvurmayıp, maliyetleri düşürerek, kârlılıklarından belli bir oranda vazgeçerek, istihdam yapısını koruyan firmalar, gerçek bir sosyal sorumluluk örneği olmaktadırlar.<br /><br />Kurumsal sosyal sorumluluk projeleri geliştirmek için büyük ölçekli bir işletme olmak şart değildir. Her ölçekteki işletmenin kendi yetenekleri doğrultusunda yürütebileceği projeler ve katkılar vardır. Mesela bilgi iletişim sektöründe faaliyet gösteren bir KOBİ, bulunduğu şehirdeki bir ilkokulun bilgi teknolojisi sistemini güncelleyerek, bakımını yapıp bu konuda bir eğitim programı verebilir. Aynı şekilde küçük ve orta ölçekli bir işletme, çalışanlarına yönelik eğitim programları düzenleyebilir ve çalışma şartlarında iyileştirmeler yaparak bu konuda aktif bir varlık gösterebilir.<br /><br />KOBİ’ler kendi potansiyellerine uygun proje ve faaliyetleri seçerken konunun iletişim boyutunu mutlaka planlamalıdırlar. Yapılan doğru işlerin medya, hedef kitle ve yerel toplum ile paylaşılması, hem firmanın itibarını arttıracak, hem de tüketiciler nezdinde tercih edilir saygın bir kurum imajı oluşturmaya katkı sağlayacaktır. KOBİ’ler KSS faaliyetlerini yürütürken üstlendikleri projelerin sürdürülebilir olmasına dikkat etmelidirler.<br /><br />KOBİ’ler içinde bulundukları toplumun sorunlarına duyarlılık göstermek için ilk defa bir projeye katılacaklarsa, küçük sorunlardan başlamak, öncelikle şirketler için acil önem taşıyan ve çözebileceklerinden emin oldukları sorunlar üzerinde odaklanmaları yerinde olacaktır.<a title="" style="mso-footnote-id: ftn12" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftn12" name="_ftnref12">[12]</a> Küçük ve orta ölçekli firmalar ele alacakları projelerin paydaşlar ve yerel toplum ile paylaşılması sürecinde şu iletişim araçlarını kullanabilirler: “ürün etiketleri, ambalaj, basın / medya ilişkileri, bültenler, belirli bir konuya yönelik faaliyetler, raporlar, posterler, broşürler, tanıtım kağıtları, web siteleri, reklamlar, bilgi dosyaları.”<a title="" style="mso-footnote-id: ftn13" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftn13" name="_ftnref13">[13]</a><br /><br />Kurumsal sosyal sorumluluk, ölçeği ne olursa olsun tüm işletmelerin iş süreçlerinin odağında ve felsefesinde yer alması gereken bir zorunluluktur. Küreselleşme ile birlikte karşılaşılan sorunlar da global bir nitelik kazanmıştır. Bu sorunlarla tek başına devletlerin ya da STK’ların uğraşması beklenemez. Her fert içinde bulunduğu topluma, ülkeye ve dünyaya karşı sorumluluk duymak zorundadır. Çünkü dünyayı yaşanılabilir bir yer haline getirmenin yolu bu sorumluluk duygusundan geçmektedir.<br /><br />Faruk YAZAR<br />12 Ocak 2009, istanbul<br /><br /><a title="" style="mso-footnote-id: ftn1" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftnref1" name="_ftn1">[1]</a> Aydede, Ceyda, Yükselen Trend Kurumsal Sosyal Sorumluluk, Mediacat Yayınları, İstanbul 2007<br /><a title="" style="mso-footnote-id: ftn2" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftnref2" name="_ftn2">[2]</a> A.g.e, sh.25.<br /><a title="" style="mso-footnote-id: ftn3" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftnref3" name="_ftn3">[3]</a> Prof.Dr.Coşkun Can Aktan, Doç.Dr.İstiklal Y.Vural,Uluslararası Kuruluşlar ve Hükümet-Dışı Organizasyonlar Tarafından<br /> Sürdürülen Başlıca Girişimler, Çimento İşveren Dergisi, Mayıs 2007 sh.6<br /><a title="" style="mso-footnote-id: ftn4" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftnref4" name="_ftn4">[4]</a> Ersöz, Yunus Halis, Türkiye’de Kurumsal Sosyal Sorumluluk Anlayışının Gelişiminde Meslek ve Sivil Toplum<br /> Kuruluşları, İTO Yayınları, İstanbul, 2007<br /><a title="" style="mso-footnote-id: ftn5" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftnref5" name="_ftn5">[5]</a> Aydede, Ceyda, Yükselen Trend Kurumsal Sosyal Sorumluluk, Mediacat Yayınları, İstanbul 2007 sh.6<br /><a title="" style="mso-footnote-id: ftn6" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftnref6" name="_ftn6">[6]</a> Türkiye’de Kurumsal Sosyal Sorumluluk Değerlendirme UNDP, AB Komisyonu, Raporu 2008, Ankara<br /><a title="" style="mso-footnote-id: ftn7" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftnref7" name="_ftn7">[7]</a> Şeyma Öncel Bayıksel, Etik Hesap Verebilmede Devlerin Karnesi, Capital Dergisi, Kasım 2007, <br /> http://www.capital.com.tr/haber.aspx?HBR_KOD=4452<br /><a title="" style="mso-footnote-id: ftn8" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftnref8" name="_ftn8">[8]</a> Salim Kadıbeşegil, Sosyal Sorumluluk Markaların Aklanma Aracı Olmamalı, PR Plus, Mediacat, Şubat 2008 sh.11<br /><a title="" style="mso-footnote-id: ftn9" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftnref9" name="_ftn9">[9]</a> Prof.Dr.Coşkun Can Aktan, Deniz Börü, Kurumsal Sosyal Sorumluluk, İGİAD Yayınları İstanbul 2007, sh.27<br /><a title="" style="mso-footnote-id: ftn10" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftnref10" name="_ftn10">[10]</a> Yılmaz Argüden, Kurumsal Sosyal Sorumluluk, İGİAD, İstanbul 2007 sh.40<br /><a title="" style="mso-footnote-id: ftn11" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftnref11" name="_ftn11">[11]</a> Küçük ve Orta Boy İşletmeler için Kurumsal Sosyal Sorumluluğa Giriş, AB Komisyonu Dokümanı Sh.2<br /> <a href="http://ec.europa.eu/enterprise/csr/campaign/documentation/index_tr.htm#toolkit">http://ec.europa.eu/enterprise/csr/campaign/documentation/index_tr.htm#toolkit</a><br /><br /><a title="" style="mso-footnote-id: ftn12" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftnref12" name="_ftn12">[12]</a> A.g.e sh.4<br /><a title="" style="mso-footnote-id: ftn13" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftnref13" name="_ftn13">[13]</a> A.g.e sh. 5faruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-30007994444963502082008-10-30T06:28:00.000-07:002008-10-30T06:31:42.671-07:00SİVİL TOPLUM YENİ ANAYASA İÇİN HAREKETE GEÇMELİAnayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın anayasa değişikliği talebi bir süredir raflarda bekletilen sivil anayasa çalışmalarını tekrar gündeme getirdi. Fakat Haşim Kılıç’ın önemle vurguladığı Anayasa reformu, gerek siyasilerden ve gerekse sivil toplum kuruluşlarından gereken ilgiyi görmedi. Türkiye, kapatma krizi ile büyük bir siyasi belirsizliğin içine sürüklendi. Sonuçları çok boyutlu olacak bir kriz, optimum bir yol bulunmaya çalışılarak bertaraf edilmiş oldu.<br /><br />Anayasa Mahkemesi’nin AK Parti’yi kapatmama kararı alması ülkeyi rahatlattı. Fakat yaşanan bu süreç bu tür krizlerin tekrarlanmaması için köklü bir anayasal reforma ihtiyaç duyulduğunu açıkça gösterdi. Bu sebeple, 14 Mart ile başlayan sürecin bu açıdan iyi analiz edilmesi, Türkiye’nin geleceği açısından son derece önemlidir. Aksi takdirde siyasal sistemimizin, demokrasimizin benzer krizleri tekrar yaşaması kaçınılmaz olacaktır.<br /><br />Mahkemenin AK Parti’yi ‘laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak’la nitelendirmesi, üzerinde dikkatle durulması gereken konulardan birisidir. Şüphesiz, Mahkeme üyelerinin bu tespiti yeni süreçte Hükümetin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi her an kendisini hissettirecektir. On üyenin AK Parti’nin odak olduğuna dair tespiti krizin aslında bitmediğin bir işareti olarak değerlendirilmeli ve bir rehavete kapılmamalıdır. Anayasa Mahkemesi Başkanının altını önemle çizerek yaptığı bu uyarı da durumun en önemli işaretidir. Seçimler öncesi vaad edilen sivil anayasa konusunda, bu kritik dönemeçte yeni bir konjonktür oluşmuştur. Bu konjonktürü en az hükümet kadar, kanaat önderleri ve sivil toplum kuruluşları da iyi değerlendirmelidir. <br /><br />Sivil anayasa için hükümetin gerekli girişimlere yeniden başlamaması ve harekete geçmemesi gerekli dersin çıkartılmadığı izlenimini vermektedir. Son zamanlarda geniş kapsamlı bir anayasa değişikliği paketi dillendirilmektedir. Bugüne kadar birçok kez değiştirilen ve özellikle AB uyum yasaları çerçevesinde neredeyse üçte ikisine yakını değiştirilen 1982 Anayasası, bundan sonra da ne kadar değiştirilirse değiştirilirsin karakteri ve ruhu dolayısıyla Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır. Yapılacak Anayasa değişiklikleri ile yetinilirse Türkiye’nin demokratikleşme süreci hız kazanmak yerine yavaşlama yoluna girecektir.<br /><br />Sivil anayasanın yeteri kadar konuşulmaması demokrasimiz adına düşündürücüdür. Müesses nizamın baskıları karşısında Türk toplumu ölüm gösterilerek sıtmaya razı edilmeye çalışılmaktadır. <br /><br />TÜRKİYE’NİN NORMALLEŞMESİ SİVİL BİR ANAYASA İLE OLABİLİR<br /><br />Türkiye’de şimdiye kadar yapılan anayasalar hep olağanüstü dönemlerin koşullarında ve bürokratik elitler tarafından hazırlanmıştır. Bu durum devlet ve halk arasında kopukluklar oluşturmuş ve toplumu tepeden yönetme anlayışının sonucu olarak toplumun talepleri gözardı edilmiştir.<br /><br />Türkiye’nin normalleşmesi ve siyasal sistemin daha demokratik bir düzene kavuşması için demokratik açılımlara ihtiyaç var. Bunun yolu da sivil özgürlükçü bir anayasa yapmaktan geçmektedir. Yeni Anayasa, daha fazla katılımcı, temel hak ve özgürlükleri tam olarak güvence altına alan, anayasa kavramlarının somut ve kesinlik taşıdığı, hukuki boyutu ön planda olan bir toplumsal sözleşme olmalıdır.<br /><br />Sivil anayasa taslağı Türkiye’nin önünde yeni bir ufuk açmıştı. Bu taslakla, Türkiye tarihinde ilk defa toplum olarak sivil bir anayasa yapma fırsatını buldu. Fakat kısır siyasi tartışmalar nedeniyle sivil Anayasa çalışmaları raflara kaldırıldı. Kapatma davası ile son yaşadığımız siyasi kriz, anayasa reformunu gerçekleştirmek için tarihi bir fırsattır. Türkiye ekonomik, siyasal, sosyal kalkınmasını ancak özgürlükçü ve insanı öncelikli tutan bir anayasa ile gerçekleştirebilir.<br /><br />Türkiye, yeni bir anayasa yapamadığı için büyük krizlerle karşı karşıya kaldı. Muhalefet bu süreçte engelleyici bir tutum içinde oldu. Konuya, muhalefet partilerinin yaklaşım biçimi dikkate değer bir diğer önemli konudur. Siyasetin görevi, toplumsal ihtiyaçları doğru politikalarla karşılamaktır. Bu görevin yerine getirilip getirilmediği çok yönlü olarak sorgulanmalıdır.<br /><br />Yeni bir anayasa yapımı sürecinde sivil toplum da gereken inisiyatifi gösteremedi. Bazı iyi niyetli çabalar dışında etkili bir çalışma ortaya konulamadı. Halbuki sivil toplum kuruluşları yeni bir anayasanın en önemli savunucusu ve etkin aktörü olmalıdırlar.<br /> <br />Sivil toplum, Anayasa mahkemesinin kapatma davasının sonucunda aldığı kararı iyi okuyarak hükümeti yeni bir anayasa yapmak için harekete geçirmelidir. Sivil toplum kuruluşları yeni anayasa için ortak çalışmalar yaparak geniş bir platform oluşturmalı ve tüm toplum kesimlerinin katılımını sağlayarak toplumsal mutabakatı oluşturmaya çalışmalıdır.<br /><br />Yeni anayasa ile ilgili çalışmaların tekrar ivme kazanması ve gündemdeki yerini yeniden alması gerekmektedir. Zamanında atılmayan adımların bedelini Türkiye, her an yeni bir kriz yaşama tehlikesi ile ödeyecektir.<br /><br />Türkiye’de toplumsal hayatın huzur ve barış içinde olması için reformların kararlı bir şekilde yapılması artık kaçınılmaz bir ihtiyaç olmuştur. Bu reformların başında sivil anayasa gelmektedir. Sivil inisiyatife bu süreçte önemli sorumluluklar düşmektedir. Yeni anayasa çalışmaları sadece siyasilere bırakılamayacak kadar önemli bir konudur. Türkiye artık kaçan fırsatların peşinde koşan ve enerjisini boşa harcayan bir ülke olmamalıdır.<br /><br />Faruk YAZARfaruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-60244994136276767032008-06-16T04:18:00.000-07:002008-06-16T04:39:02.267-07:00BİR DÜNYA HAYALİ KURMAKKokusu rengi ve görünüşü ile pırıltılı bir dünya tasavvur ediyorum. Biliyorum ki hayal etmek insanı diri tutar. Bir anlatı olarak kuru bir üsluba sıkışmış, doya doya çağlayamamış bir hayat hangi suyun sakası olabilir. Özgür ve dingin bir “ben”le, kaldığım yerden yeniden başlamak isterdim. Yeniden ufka bakıp yürümek gücünü hep bulabilmek ve asla geride kalmadan yürümek isterdim. Benim dünyamda baygın ve zarif güzellikler olmalı…Güzellikler dedimse bu dünyanın içinde hep güzellik saklamak isterdim. Kadını güzel, şehri güzel, söyleyişi ve bu dünyada bulunuş biçimi ve nedeni güzel bir estet anlayışı…benim dünyamda narin kuşlar ve yapraklarından aşk akan güller ve karanfiller olmalı.<br /><br />Zihnimizdeki o berrak hayalin menbaı cennet olsa gerek. Orada şerre ve çirkinliğe yer yok. Pek sevilmek, pek sevmekle, o da pak olmakla ilgili olsa gerek. Pak pir-u pak…Pırıl Pırıl…Pırıl Pırıl olan şeyin insanın içini titreten bir tadı vardır. O tad insana varoluşun ne denli yakın olduğunu gösterir…<br /><br />Pir-u pak tadı birde aşk duygusunu kırgın ve mahsun ikileminde bulmak mümkün. Seversin ama sevgin mahçup bir hayaldir. Sevgi, gerçeklik boyutunda ise insana o tadı daha iyi duyumsatabilir. İnsan sevince kimi şeylerin değerini farklı bilir. Bilmenin kanaatimce çok boyutu var… Yaşamakta bir bilme halidir. Bir yerden okuyup öğrenmekte…Ben aşkı şiirlerde ve şehirlerde değil, ruhuma saplanan bir edada buldum.<br /><br />Yaşamın dokusunu hayat bilgeliği ve yaşam sanatı ile doldurmalı…<br /><br />Bu dünya bir eyleşme ve bir sınav yeri olarak gösteriliyor. Birde teyakkuz içinde kalmamız gerekiyor.Umut ve korku arasındayız. Yani bu arasatta kalmışlık duygusu aslında ruhlarımız için hiçde yabancı değil. Oysa içimizdeki sonsuzluk duygusu sonsuz güzellikler ve sonsuz sevgiler arıyor. Ölünce sonsuz ölüyor.Yaşayınca pek kısa yaşıyoruz. Uzun bir rüya göremiyoruz bu yüzden. Yarım kalmaya mahkum gibi bütün özlemler. Özlemek aslında bitmeyen bir şeyi murad etmek demek.Oysa insanın elinde olan pek çok şey bitiyor…Geriye bir bilinç ve duygu kalıyor…<br /><br />Toprağın nisan yağmurları ile sonsuz bir valse kalktığı bir anda müthiş bir özlemle sarılmak isterdim aşka…ıslanmak, ıslanmak ve doyasıya toprağın,çiğdemlerin,iğdelerin, kır çiçeklerinin ve sevgilinin dudaklarında kalmak isterdim.<br /><br />Yarın korkusu bu günü hep gölgelemiştir. Bu yarınları bir yarın, korku öznesi olmaktan çıkartmalı. Korku damla damla biriken bir şey…Bunu biriktirmeyi hiç istemedim.<br /><br />Korkusuz, tasasız esenlik dolu mavi bir tebessümde kalmak isterdim. Bu tebessüm sevginin ve cesaretin ve asaletin yüzünde manalı bir hayat olarak kalsa isterdim.<br /><br />Faruk YAZAR<br />2006faruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-54279035452089823642008-06-12T07:28:00.000-07:002008-06-12T07:31:05.338-07:00İstanbul’da nihavent bir akşam...Sadri Alışık’ın Ah Güzel İstanbul filminin içine düşmüş gibi derin bir rüyanın ortasında buldum kendimi… İstanbul kendini en çok ışıltılı caddeleri ve evlerinin silüetinde geceleyin gösteriyor. Bir rüya şehir ama dokunulamayan yaşanılamayan… Her meftun kendine açılacak bir hayali bekliyor burada…<br /><br />Haliç’in çiçeklerle bezenmiş köşesinden, nedim'in şarkılarının duyulduğu sadabad güzergahından eski istanbul’a doğru yürüyorum... Akşam oldu mu İstanbul insanın üstüne ağıyor....Fener vapuruna atlayıp insan bu güzelliğin içinde kaybolmak istiyor …Bir nihavent şarkı gibi İstabul'da vapurlar ve boğaz…<br /><br />Bense eleğimsağmaları düşünerek, yol imgesinin içinde bir gergef dokuyorum. Sahilde tek başıma yürürken yalnızlığımı ve yokluğu duyumsatmayan varlık hasreti ile sessizce yürüyorum….<br /><br />Sanki eski istanbul’un içine girmeme ramak kalmış gibi zarif ve güzel insanların yaşadığı evleri, sokakları arıyorum. Bilmediğim ne çok şey var diyerek hayretimi büyütüyorum. İstanbul’u ve aşkı düşünmek, derin bir estetik mutluluk veriyor. Bizim mutluluklarımız rüyaların üstüne yazılmış kelimelerden oluşmuş…<br /><br />O kadar çok erteledik ki hayatı… dokunamadığımız rüyalar şarkılardan çıkıp kalbimize bir mumun titrekliği ile düşüyor: “gerçeklerden biraz kaçıp hayale daldık hayalde de mutluluğu bulamadık ki....”<br /><br />Akşamleyin eve girerken birden kapıdan koşarak minik bir çocuk çıktı. Neşe içinde bana doğru koştu.. Bir an baba diyecekmiş gibi geldi.... Küçük bir çocuğun mutluluğun resmine ait bir figür olduğunu bilmezdim. Bilmezdim niçin çırpınarak koşar bir çocuk. Bilmezdim mekanlar ve insanlar sevgi ile varolurmuş….<br /><br />Vapurlar usulca kıyıya yanaşırken Nazım’ın nasıl bir hasretle vapuru okşadığını düşündüm bir an. Sevgi ne kristal bir duygu ki insana estetik bir hususiyet katıyor…Balat ve Eminönü’nü boydan boya çevreleyen sahil… Balat’tan geçerken pencereden Asiye’nin bakacağını umarak kafamı bu şiirsel sokaklara çeviriyorum.<br /><br />Bazen içimdeki romantik coşkuyu durdurmak için başımı öne eğip kaldırımlarda kayboluyorum… Yalnızlığın farkında olup da evrenle yine de uyumlu olmaya çalışmak...<br /><br />Gece üstümüze eğilirken içimize dolan bir yokluk duygusu uykularımızı sessizce kaçırıyor. Bir varoluş tefekkürüne boğuyor, günlerin karanlıkta hatıra olarak kalması… Işıltılı caddelere atıyorum kendimi. Bir yer vardır belki kendini hiç duyumsatmayan, metafizik acıların olmadığı…Hiç kaybolamıyorum. Nereye gitsem her şeyin ortasında oluyorum. Bir damla mutluluk, bir varlık neşesi, bir tutam sevgi donatırdı yarım kalan şehrayinimizi…<br /><br /><br />Faruk YAZAR<br />26.09.2007, İstanbulfaruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-18222033524731472032008-06-02T02:58:00.000-07:002008-06-02T03:00:04.181-07:00MECLİSTE DE TENHÂDA DA HER YERDE GÜZELSİNBir bahar sabahı olmalı. Serçelerin, ezan seslerinden sonra bir şarkıya tutuşmaları ile şehrin yüzünde yeni bir çehre daha açılıyor. Bir adam bir güle dokunurken ağlıyor inceden. Gürül gürül bir yağmur yağıyor olmalı. Bir şehre giriliyor herkes uykudayken, herkes henüz dünyanın hergünkü dünya olduğunu düşünüyorken…<br /><br />Bir duygu şehrin uzun caddelerine serilip rüzgarın koluna takılıyor. İçinden bir dünya kurma özlemi geçen düşüncelerle. Yıldızlı gecelerde sonsuz bir his kapıyı çalıyor. İşte “o” İşte o duygu…Baktığı her güzelliğe sonsuzkere bakmayı özendiren, bir düş gibi gecelere dolan yıldızlara ve mehtaba gülümseten o duygu…O duygu, büyük bir coşkuyla hayran ediyor kendine…<br /><br />Hayran olmak belki de bu dünyadaki en güzel duygudur. .Kalakalmak…Derin bir vecde kapılıp sonsuz bir rüzgarda yok olmak…serin mavi suların köpüklerinde nefes almak.. Nisan yağmurları bütün coşkusu ile gazeller eşliğinde toprağı kendisine aşık ediyor. Ve yağmurlar altında kaybolmak ıslanmış aşk cümleleri ile. “ateş-i aşkınla yandır kalbimi subhu mesa, çünkü hayran olmuşum ben bezmi elestte sana…” Güllere bir hal oluyor, sabah ezanlarıyla aşk derdinden terliyor beyaz güller…<br />“Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su”<br /><br />Usulca düşüyor nazenin yapraklarından teri güllerin. Kız kulesi beyazlaşıyor bir vecd anını kollar gibi. Sessizlikle bölünüyor dua mırıltıları. Aşk gelip konuyor omuzlara…Serilip yaslanıyor uzun ve dalgın bakışlar serin sulara. Geniş avlulu camilerin kedileri konuşmaya başlıyor. Aşk olmasaydı böylesine hayran olmazdı insan…Dile gelmeyen bir söze çarpılıp kalıyor şarkılar. Bir umut bu kadar varolmayı istememişti…<br /><br />Geceye yürünüyor olmalı, ilahi sesi duymak için zümrüt bir otağa doğru. Gece insanın içine kristal şehrayinlerle doluyor. Seccade izleriyle bir yıldıza gülümsüyor. İnsan en çok hayran olurken güzel diyor yıldızlar. Aşk kapı kapı dolaşıyor bir gece ansızın, güneş henüz güllerin tenine ışımamışken. Tek bir lamba yanıyor, bir bir sönen ışıkların içinde. Henüz uyutulmamış kandillerin altında sonsuzluğu hatırlatan bir endama şiirler yazılıyor. “Sonsuzluk elinde bir mavi tülbent, ok çekti yukardan üstüme avcı”<br /><br />Bir mum yanıyor olmalı. Hafifçe bir rüzgar dokunuyor sonra ruhlara. Vecd anında susuyor. Belki susmamalı. Dili var idiyse aşkın şarkılara karışmış olmalı. Çünkü hayran olurken savrulurdu cümle tabiat. Yürürken peşi sıra kaybolurdu dünya. Heyecandan açmayı unuturdu erguvanlar. Nutku tutulurdu bir kalbe henüz değmemiş sözlerin. Gözlerinde dünya yeniden yorumlanırdı. Güller ve laleler başka türlü açardı konuşurken. Başka bir söz olurdu yaşamak. Bir al şale bürünüp kaybolurdu tam görünecekken. Bir türlü yetişilmezdi fecre kadar yürünse de. Yine de bir sözüne revan olup düşerdi yollara. Aşk henüz çıkmışken mehtaba…<br /><br />Söylenmemiş sözler kalmış olmalı hayran olurken insan. Bir söz ki, aşk deyip ebedi sessiziliğe dalıyor. Sonsuzca sevmek, sonsuzkere kaybolmak, deryada bir sal aramamak…Aşk, bir kuyudan insana bakıyor.<br /><br />Faruk YAZAR<br />02 Haziran 2008, İstanbulfaruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-57747837809993726642008-05-28T03:34:00.000-07:002008-05-28T03:39:38.043-07:00MEDYA NASIL GÜNDEM OLUŞTURUYOR?Gündem oluşturma kavramı, kamuoyu oluşturma sürecinin önemli bir aşamasıdır. Gündem oluşturmaya ilişkin çalışmalar bilişsel düzeyi yani farkına varma/vardırmayı temsil etmektedir. Kamuoyu oluşturma ise daha çok medya etkilerinin bütüncül bir sonucu olarak ve diğer unsurların (motivasyon, kanaat, algı vs.) oluşturduğu daha üst bir düzeyi ifade etmektedir. Halkla İlişkiler kuramcıları, (Grable, Vibbert) gündem oluşturmayı; “bir ya da daha çok insan bir duruma ya da algılanan bir soruna önem atfettiğinde bir gündem yaratılmış olur” şeklinde tanımlamışlardır.<a title="" style="mso-footnote-id: ftn1" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftn1" name="_ftnref1">[1]</a> Gündem ve kamuoyu oluşturma sürecinin ortak yapısını kitle iletişim araçlarının etkisi oluşturmaktadır.<br /><br />Kitle iletişim araçlarının etkilerini inceleyen pek çok kuram geliştirilmiştir. 1920 – 1940’lı yıllarda medyanın etkilerinin çok güçlü olduğu düşünülüyordu. Bu dönemde propaganda çok kritik bir öneme sahipti. 1940 – 1960’lı yıllarda ise medya etkilerinin sınırlı olduğu düşüncesi ağırlıktaydı. Kitle iletişim araçlarının etkilerine ilişkin pek çok kuramsal çalışma yapılmış, fakat medyanın etkilerini bütünsel olarak ortaya koyan kapsamlı bir kuram henüz geliştirilememiştir. Bu durum resmi bütün ayrıntıları ile görmemizi engelliyor gibi olsa da şimdiye kadar yapılan araştırmalar, çok önemli veriler sunmaktadır.<br /><br />Özellikle içerik analizi, göstergebilim, sosyal grup araştırmaları gibi alanlarda bilimsel çalışmalarının gelişmesi ile medyanın etkileri daha güçlü bir şekilde açıklanabiliyordu. İletişim teknolojilerindeki gelişmeler, küreselleşme ve sosyal bilimlerin çok hızlı bir şekilde gelişmesi ile medyanın etkilerinin sınırlı olmadığı aksine, toplumların davranışlarında, kanaatlerinde çok boyutlu etkilere yol açtığı tespit edildi. <br /><br />1968 yılında bilimsel çalışmalar neticesinde gündem oluşturma kavramı kullanılmaya başlandı. Gündem oluşturma kavramı, 1968 yılında A.B.D’deki Başkanlık seçimlerinde medya gündemindeki konuların önemlilik sıralaması ile aynı konuların seçmenlerin zihnindeki sıralamasının araştırması ile tanımlanmıştır. Bugün gelinen noktada iletişim profesyonelleri gündem oluşturma yaklaşımını sofistike yöntemlerle kamuoyu oluşturmak ve siyaseti etkilemek amacıyla yoğun olarak kullanmaktadırlar.<br /><br />Gündem belirleme yaklaşımı, kamuoyu oluşturma sürecinin en önemli aşamalarından birisidir.Vibbert, gündemlerin dört evreden geçerek geliştiğini söylemiştir. Bunlar: Tanımlama, meşrulaşma, kutuplaşma ve özdeşleşmedir. Medya gündemin iki yüzü arasında kutuplaşma yaratıp insanları birinden biriyle özdeşleşmeye zorlayarak bu son iki evrede aktif roller oynar.<a title="" style="mso-footnote-id: ftn2" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftn2" name="_ftnref2">[2]</a> Gündem oluşturma, medya etkilerinin ilk düzey etkileri içinde ele alınmaktadır. Bu aşamada istenilen konu ya da fikir hakkında “farkındalık / haberdar olma” sağlanır. Daha sonra bilgi edinme düzeyi gelir. Üçüncü aşamada ise tutum geliştirme düzeyine ulaşılır. Son aşamada ise davranış değişikliği sağlanır. Bu süreci bilişsel, duygusal ve davranışsal aşamalar olarak sıralamakta mümkün.<br /><br />Gündem oluşturma kavramı özellikle Türkiye’deki medyanın siyasetle olan ilişkisi açısından incelenmeye değer önemli bir konudur. Türkiye gündemi nasıl şekilleniyor? Medya gündemini neler belirliyor? Kamuoyunun gündemi ile medyanın gündemi aynı mı? Bu ve benzeri sorular medya üzerine daha derinlikli bir şekilde düşünmemizi zorunlu hale getiriyor.<br />Kurt Lang ve Gladys Engel lang, gündem oluşturmaya yönelik erken dönemde şunları söylüyorlardı<a title="" style="mso-footnote-id: ftn3" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftn3" name="_ftnref3">[3]</a> : medya, kitlenin dikkatini belli noktalara zorla çeker. Politik insanların kamu imajlarını yaratır. Gazeteler sürekli kitle içerisindeki bireylerin ne hakkında düşünmeleri, bilmeleri ve hissetmeleri gerektiğini öneren nesneler sunarlar.<br /><br />Medya kitlelere ne düşüneceklerini değil ne hakkında düşünmeleri gerektiğini telkin etmektedir. Basın bir konuya dikkat çektiğinde kitleler o konunun önemli olduğuna inanma eğilimi içine girerler. Dikkat çekilen konu farklı yayın organlarında da yer alarak mesajın tekrarlanarak pekiştirilmesi sağlanır. Eğer siyasi konjonktürün değiştirilmesi isteniliyorsa taraflar maniple edilerek “güvensizlik” ortamı oluşturulur. Daha sonra bu güvensizlik ve istikrarsızlığın sorumlusu olarak yıpratılmak istenilen hedef suçlanır.<br /><br />Kitle iletişim araçları ile önce bir dünya imajı çiziliyor, ardından da çizilen bu imaj hakkında ne düşünülmesi gerektiği kitlelere empoze ediliyor. Bir başka deyişle üzerinde düşünülecek dünya da, bu dünya hakkında düşünülebilecek şeyler ve düşünme biçimleri de bir avuç insan tarafından tayin ediliyor.<a title="" style="mso-footnote-id: ftn4" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftn4" name="_ftnref4">[4]</a><br /><br />Türk medyasının gündem oluşturma yaklaşımı açısından nasıl bir profile sahip olduğuna bakmak için hafızamızı biraz yoklamamız yeterli. 1960 darbesinde medyanın kamuoyunu karikatür konularla (bebek davası, kıyma makinesinde kıyılan insan haberleri) nasıl yanılttığını görebiliriz. Gündem oluşturma ile ilgili en çarpıcı örneklerden birisi olarak, 28 Şubat darbesi sürecinde, medyanın kamuoyunu nasıl belli koşullara taşıyıp korku ve güvensizlik aşıladığını hatırlamak lazım. Türkiye’de medya gücü yanlış politik amaçlar uğruna bir tür silah olarak kullanılmaktadır. Bu yüzden 90’lı yıllardan sonra medyadaki gelişmeler çok hızlı bir şekilde ilerlemiştir. Sermaye odaklarının medya sahibi olma isteği her geçen gün artmıştır. Alternatif medyanın gelişmeye çalışması ve medyanın çeşitlenme çabalarına rağmen, merkez medyanın gücü ve etkisi aşılabilmiş değildir. Merkez medya kavramsallaştırması; kamuoyu oluşturma ve gündem belirleme gücünü temsil eden monopolistik medyayı ifade etmektedir. Doğan Grubu bu tanıma karşılık gelen en önemli medya gruplarının başında yer almaktadır.<br /><br />Merkez medya kamuoyu ya da gündem oluşturmak istediğinde bir iletişim kampanyası lansmanı yapar gibi iletişimin çeşitli unsurlarını bütüncül bir şekilde kullanmaktadır. Özellikle köşe yazarları, bir fikri bir düşünceyi kamuoyuna benimsetmek için ısrarlı ve hedef odaklı yazılar yazmaktadır. Örneğin Hürriyet Gazetesi’nin“411 el kaosa kalktı” gibi bir manşet atması medyanın etkilerini incelemek açısından önemli ipuçları sunmaktadır. Hürriyet’in manşeti günlerce Başbakan’ın konuşmalarının ekseninde yer aldı. Şimdi burada dikkati çeken nokta; yasamanın almış olduğu bir karar karşısında medyanın kaos manşeti atması değil, tersine Başbakan’ın böyle bir konuya gösterdiği tepkinin tartışma olmasıdır. Medya ile medya mesajlarına maruz kalanlar arasında bir gösteren/gösterilen ilişkisi bulunmaktadır. Gösterenin konumu kendi içinden sorgulanamıyor. <br /><br />Siyaseti yönlendirmek ve konjonktürü değiştirmek için medya çok önemli bir araç olarak kullanılmaktadır. Gazetelerde bir haberin verildiği yer, kullanılan fotoğraf, haberde kullanılan dil, haberin uzunluğu, kullanılan başlıklar gibi unsurlar aslında farkında olmadan bir kanaate zorlandığımızın ip uçlarıdır.<br /><br />411 el kaosa kalktı derken toplumsal bir reaksiyonun oluşması için tüm stratejik kamular göreve çağrılmaktadır. Harekete geçirilen stratejik kamular siyasal konjonktürü yeniden şekillendirmek için sonraki gündemin ne olması gerektiğine kafa yormaya başlıyorlar.<br /><br />Şemdinli, Hrant Dink olayı, ve Ergenekon operasyonlarında merkez medyanın tavrı incelenmelidir. Bu hadiselerin yeniden çerçevelenip, etkisi filtrelenerek nasıl yok sayıldığı ibretle hatırlanmalıdır. Medyanın bir olay karşısındaki tutumu, o olayı önemli ya da önemsiz bir konu haline getiriyor. Medya bir olayı yeniden çerçeveleyerek kamuoyunun dikkatini istenilen yöne çekiyor. Yeniden çerçevelemede, istenilen unsurlar öne çıkartılırken gösterilmek istenilen resmi ancak görebiliyoruz.<br /><br />Türkiye’de siyasetin kimyasını bozan, kamuoyunun algılarını sürekli oynayan bir mekanizma var. Bu mekanizma Türkiye’nin siyasal ve sosyal değişim çabalarını engelleyen en güçlü engeldir. Medya, özgürlüklerin önünü açmaya çalışan, demokrasiyi savunan bir kurum olmaktan çok, simgeler ve zihniyetler üzerinde yürütülen tartışmaların odağını oluşturmaktadır.<br /><br />Medyanın gündem belirleme sürecindeki yaklaşımı pek çok açıdan tartışılmayı gerektiriyor. Özellikle Türk medyası, toplumsal değişimin gerisinde kalırken, siyasetin alanını daraltan, demokrasinin ve özgürlüklerin önünde adeta set oluşturan bir görüntü vermektedir. Gerçek tartışmaların sümenaltında kalmasının nedeni de doğru gündemlerin oluşmamasından kaynaklanmaktadır. Gerçek sorunların/konuların tartışılamaması o sorunlarla baş etme yeteneğimizi de yok ediyor. Medyanın dayattığı gündem kamuoyunda suskunluk sarmalına dönüşüyor. Ve böylece neyin öncelikli olduğunu kavrayamaz bir hale geliyoruz.<br /><br />Demokratik toplumlarda medya kamuyu denetleyen, kamuoyunun serbestçe oluşması için objektif olmaya çalışan bir kurum olarak düşünülmektedir. Ancak bu çok naif bir temenniden öteye gidemiyor.<br /><br /><br />Faruk YAZAR<br />Stratejik İletişim Uzmanı<br />27 Mayıs 2008<br /><br /><br /><a title="" style="mso-footnote-id: ftn1" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftnref1" name="_ftn1">[1]</a> Halkla İlişkiler ve İletişim Yönetiminde Mükemmelik, Rota Yayınları, James Grunig 2005 sh.163<br /><a title="" style="mso-footnote-id: ftn2" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftnref2" name="_ftn2">[2]</a> a.g.e sh.164<br /><a title="" style="mso-footnote-id: ftn3" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftnref3" name="_ftn3">[3]</a> İletişim Kuramları, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir 1994 sh.367<br /><a title="" style="mso-footnote-id: ftn4" href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=2606917954994202458#_ftnref4" name="_ftn4">[4]</a> Avcı Nabi, Enformatik Cehalet Rehber Yayınları, 1990 sh. 180faruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-32068654738896334172008-04-28T06:56:00.000-07:002008-04-28T06:59:57.646-07:00GEÇ KALMAK...Serin ıslak ve yorgun bir şehre sabahın ilk ışıkları ile kara bir tren giriyor. Karanlığın tortusu henüz sabahın kıvılcımlarından ayrılmaya başlarken yollara düştü. Bir tan kızıllığı doluyordu içine. Karanlığı yutan sis genzini yakıyordu. Yol boyunca kader üzerinde düşünmüştü. Yol ve kader. Kader bir yolun başlangıcı ya da kendisi olabilirdi. Yol, insanın kendi serüvenini yaşama çabası olabilir miydi?<br /><br />Ufka bakarken kendi varlığını düşünmeden edemiyordu. Varolmak başlı başına ağır bir sorumluluktu ona göre. Örneğin şu kocasından yeni ayrılmış orta yaşlı kadın. Neden onun kaderi bir ömür tahammül etmek üzerine kurulu diye geçirdi içinden. Ya şu ihtiyar adam. Neden yüzünde bu dünyada olmaktan hiç memnun olmadığını haykıran bir eda var. – Su alır mıydınız ? – Teşekkür ederim.<br /><br />Günlerdir alnında sürekli bir ağrıyla dolaştı. Hep aynı saatte akşamın en tenha anında alnına bir ağrı saplanıyordu. Yola koyulmadan önce ağrı kesici almayı düşünüyordu. Düşünmekle kaldı. Aç ve yorgun trene zor attı kendini. Yola koyulmak her zaman büyük bir heyecandı onun için. Pencereden bakarken içini yaralayan şarkılar akıyordu yol boyunca. Ölmeye ve yaşamaya aynı ölçüde meyilli olmak kaderi daha derin sorgulamasına neden oluyordu.<br /><br />Şehre indiğinde geniş caddelerden evinin sokaklarına kederli bir gölge gibi düşerdi. Martı seslerini duyuyordu gün ağarırken. Nihayet sahil yoluna gelmişti. İskele, uzaktan bir resim, bir şiir gibi duruyordu.<br /><br />Yola koyulurken gidip gitmemekte kararsızdı. Her yola koyuluşunda bir geç kalmışlığın acısını alıyordu bahtına. Vaktinde söylenmemiş bir sözün, zamanında yaşanılmamış bir baharın, vakti geldiğinde koklanmayan bir gülün, tam konuşacakken derin bir suskunluğa saplanmanın ne anlamı vardı?<br /><br />Mutluluk, eski bir dostun bir süreliğine emanet bıraktığı kavranamayacak bir şeydi. Bir resmi var idiyse mutluluğun hiçbir istasyonda, hiçbir iskelede ve hiçbir peronda bulunamıyordu. Gidilen her ülke ve her şehir içindeki yokluğu daha da derinleştiriyordu. Oysa aramakla bulunduğuna inanırdı. Her arayanın bulamayacağını bilse de kendisini bulamamış olarak kabul edemiyordu.<br /><br />Elinde içki şişesi ile bir sarhoş – abi bi sigara versene? Yüzüne bakmıyordu. Hemen bir sigara uzattı. Sarhoş bir şarkı mırıldanıyordu: “Bir içten bakısına delice tutulmuşum, esrarlı gözlerine gönülden vurulmuşum…” Bir ömre yetişememek, bir hayale yetişememek, fecre kavuşamamak… Düşüncelerden kaçamıyordu. Varlığını kanıtlayacak bir sevinç bulamaz mıydı? Bir yolcu menzile ulaşamadığı sürece yoldadır dedi sonra.<br /><br />Kimseler uyanmadan gençliğinin geçtiği sokaklarda yürüdü. Aşkıyla çarpıldığı kızın evinin önünde uzun bir süre kaldı. Bir ince yağmur sokağın sessizliğini bozuyordu. Ayın ışıkları camlara yansıyordu. Pencereden bir per-i suret çıkacakmış gibi hissediyor ve irkiliyordu. Aşk çarpılmaktı onun için. Varolmanın derin hayranlığıydı aşk. Bir mahcup edanın zülfü peşi sıra kaybolmuştu yıllar… <br /><br />Gün ağarırken usulca şehri terk ediyordu. Kader hangi yolu seçtiğimizle ilgili bir tercih miydi? Yoksa kendi gerçekliğinin üstünde onu sürükleyen bir güç müydü? Yol bütünüyle bir sorgulama ve arayıştı onun için. Kalmak…<br />Güneşe doğru giden kervana yetişememek. Yol ve kader. Hikayenin serüveni…Bir hayalet gibi sokaklarında dolaştığı bu şehirden yaprakların sırtını okşayan bir rüzgar gibi ayrılıyordu. “Ah nice bir uyursun uyanmaz mısın / Göçtü kervan kaldık dağlar başında… Çağrışı tellallar inanmaz mısın / Göçtü kervan kaldık dağlar başında / Emr-i hac göçeli hayli zamandır / Muhammed cümleye dindir imandır / Delilsiz gidilmez yollar yamandır Yunus sen bu dünyaya niye geldin Gece gündüz Hakkı zikretsin dilin / Enbiyaya uğramaz ise yolun / Göçtü kervan kaldık dağlar başında ”<br />Faruk YAZAR<br />Mart 2008 İstanbulfaruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-18947085329498446632008-04-10T00:29:00.000-07:002008-04-10T00:33:01.550-07:00OMO : KİRLENMEK GÜZEL Mİ ?Unilever’in önemli markalarından OMO, Türk halkının 43 yıldır yakından tanıdığı bir ürün. Sürekli kendini yenileyen ve düzenli bir iletişim kuran OMO, tüketicilere sağladığı yeniliklerle de hep zirvede oldu.<br /><br />OMO, deterjan piyasasında iletişime önemli yatırımlar yapan bir marka olarak kendini gösteriyor. OMO, 2004 yılında farklı bir konsept geliştirerek, diğer markalardan belirgin bir şekilde farklılaştı. Yeni konseptte daha önce kullanılan” "Çamaşırdır kirlenir, çocuklar böyle öğrenir" sloganı yeniden yapılandırarak kirlenmenin güzel olduğu fikrini öne çıkarttı.<br /><br />Reklam kampanyasında, kirlenmenin çocukların özgürce büyümeleri için şart olduğu vurgulanıyordu. Televizyon reklamlarında neşe içinde üstü başı kirlenen çocuklar yer alıyor ve kirlenmenin bir hak olduğu belirtiliyordu. Buraya kadar her şey güzel.<br /><br />Bir marka rakiplerinden farklılaşmak için kendisine çok farklı bir konumlandırma seçip iletişim yapıyor. Özellikle “kirlenmek güzeldir” mesajı güçlü bir farkındalık oluşturuyor. Fakat OMO’nun “kirlemek güzeldir” mesajında eksik hatta sorunlu birşeyler olduğunu düşünüyoruz.<br /><br />Bir deterjan markasının kirlenmenin güzel olduğunu söylemesi yeteri kadar ikna edici değil. Bu sözü bir STK söylese ve dillendirse eminim daha inanılır olurdu. Peki OMO böyle bir mesajı benimseyemez mi?<br /><br />Mesaj ve marka arasında çabuk fark edilemeyen ama fonda kendini gösteren bir eksiklik bir boşluk var. Mesaj ve marka tam anlamıyla örtüşmüyor. Bu durumun nedeni belki de mesajın güvenilirliği olgusudur. Şimdi OMO’nun “kirlenmek güzeldir” sloganını açıkladığı şu metni okuyalım:<br /><br />”Bırakın çoçuğunuz kişisel gelişimi boyunca özgürce öğrensin; öğrenirken keşfetsin; varsın keşfederken üstünü başını kirletsin. Çocukların üstlerini kirletmeleri onların kişisel gelişmelerinin çok doğal bir sonucudur. Önemli olan kir değil, çocuğunuzun kazandığı deneyimdir. Siz kiri hiç dert etmeyin; çünkü OMO varsa, kirlenmek güzeldir."<br /><br />Algılar gerçektir diye düşünürsek, genel olarak kirlenmek kötü bir şey olarak algılanır. Bu algıyı bir kampanya ile tersine çevirmek ne kadar mümkün? Bu algının değişebileceğini varsaysak bile mesajın güvenilirliği sorunu karşımıza çıkıyor.<br /><br />Kirlenmek güzeldir diyen bir deterjan markası. Kirlenmek güzeldir derken, daha çok kirli elbise, daha çok deterjan, daha çok satış akla geliyor. Bu zincirin içinde mesajın tüketici de bir güven oluşturması zor olsa gerek. Bazı iletişimciler bu kampanyanın çocukların özgürlüklerini geliştirici ve tabuları yıkan bir yönünün olduğunu söyleyecektir. Omo’nun Böyle bir çaba içinde olduğunu bizde düşünüyoruz. Fakat bu konseptin marka ile bütünlüğü açısından eksik bir şeyler olduğu da aşikar.<br /><br />Anadolu’da herhangi bir ev kadınını kirlenmenin güzel olduğuna ikna edemezsiniz. Çocukların kirlenmesinin kötü bir şey olmadığını söylemek oldukça önemli bir fikir. Fakat bunun ifadesi ‘kirlenmek güzeldir’ olmamalı.<br /><br />Türkiye’nin kültürel kodlarını ve sosyo ekonomik dağılımını dikkate alırsanız böyle bir mesajın OMO’nun istediği gibi algılanma olasılığı çok zayıftır. OMO’nun reklam kampanyalarında özellikle tv reklamları dikkat çekiyor. Tv reklamlarındaki çocuklar ve kirlenmek güzeldir fikri yabancı bir tonda sunuluyor. Bu topraklara dair bir şey söylenmiyor. Çocukların kirlenmesi kötü değil ama bunu nasıl anlattığınız ve kime söylediğiniz çok önemli.<br /><br />Faruk YAZAR<br />Stratejik İletişim Danışmanı<br />09 Nisan 2008 Çarşambafaruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-39874016975919824752008-03-17T02:14:00.000-07:002008-03-17T02:19:41.817-07:00Media Markt Reklam ve Kriz İletişimi AnaliziA- ANALİZİN ÇERÇEVESİ<br />1979 yılında ilk mağazasını Almanya'nın Münih kentinde açan Media Markt, Avrupa'nın en büyük elektromarket zinciri olarak faaliyetlerini sürdürüyor. Media Markt Grup, 2006 yılında 15,2 milyar Euro'luk cirosu ile Avrupa'nın en büyük, dünyanın ise iki numaralı elektronik perakendecisi konumunda. Türkiye'de ilk mağazasını 25 Eylül'de İstanbul Ümraniye'de açan Media Markt, Türkiye pazarına girdikten kısa bir süre sonra 3 ayda 3. mağazasını açtı. Bu mağazaların toplam alanı 15 bin metrekareye ulaştı.<br /><br />Alman Metro Gruba Bağlı Avrupa'nın en büyük elektronik market zinciri Media Markt, tüketici elektroniği pazarlarına agresif bir pazarlama stratejisi ile ses getirecek şekilde giriyor. Girdiği pazarlarda "olay" açılışlarla ve çok cazip uzuz ürünlerle kendinden söz ettiriyor. Media Markt, Türkiye ile birlikte 15 ülkede 600 mağaza ile faaliyet gösteriyor.Media Markt, kurduğu mağazalarda çok büyük bir alanda, geniş ürün yelpazesi ve düşük fiyatlarla ürünlerini satışa sunuyor.Teknoloji marketleri kavramı Türkiye'de 2000'lerde ortaya çıktı. Büyük teknoloji mağazaları son bir iki yıldır hızlı bir gelişme içinde.<br /><br />Media Markt,'ın Türkiye pazarına girmesi, tüketici elektroniğinde önemli gelişmelere neden oldu. Tüketici elektroniği pazarı genişlerken artan rekabetle birlikte fiyatlarda ucuzladı. Tüketicilerin elektronik eşya alma alışkanlığında değişmeler görüldü. Artık tüketiciler büyük elektronik mağazaların kapısında ucuz ürün alabilmek için sıraya girmeye başladı.<br /><br />1. REKLAM KAMPANYASI<br />Media Markt'ın reklam çalışmaları, grup bünyesinde bulunan Red blue isimli reklam ajansı tarafından kreatif hazırlanıyor ve daha sonra lokal ajanslar devreye sokularak kampanya yürütülüyor. Media Markt, reklam İçeriklerini merkezde hazırladıktan sonra uygulamayı lokal ajanslara yaptırıyor. Reklam kampanyalarının konseptini "ses getirmek" üzerine kuruyor.<br />Media Markt, girdiği yeni pazarlara oyunun kurallarını değiştirmek ve ezber bozmak için girdiğini belirtiyor ve şirket stratejisini buna göre oluşturuyor. Türkiye pazarına girerken de elektronik pazarın hiç alışık olmadığı agresif bir pazarlama stratejisi ile giren Media Markt, çarpıcı bilbord reklamları, insertler, basın ilanları ve 'daha ucuza yok' sloganı ile gürültülü bir giriş yaptı.<br /><br />1.1. Reklam kampanyasının strateji boyutu:<br />Media Markt'ın reklam stratejisi, "eprili birüslupla dikkat çekici olmak üzerine kurulan bir yaklaşıma sahip. Strateji ezber bozma üzerine kurulu olunca mesajlarda tüketicide büyük bir etki yaratıyor. Reklam mesajlarının çok konuşulması ve tartışma yaratması, mağaza açılışında büyük bir izdiham yaşanması bütünüyle temel stratejinin bir parçası olarak yer alıyor. Media Markt'ın ezber bozma stratejisi diğer oyuncuları da etkileyerek rekabetin yapısında değişikliklere neden oldu.<br /><br />Elektronik eşya pazarında büyük bir hareketlilik sağladı. Rakiplerin reklam kampanyalarını da agresifleştirerek, kendi stratejisinin doğruluğunu test etti. Daha önce tüketici ile sakin bir iletişim içerisinde olan elektronik mağazaları, yeni oyuncuya ofansif bir karşılık vermeye çalıştılar. Media Markt'ın reklam kampanyası ile agresifleşen mağazalar bu tutumlarını sürdüremediler.<br /><br />1.2. Reklam kampanyasının mesaj boyutu: Media Markt İstanbul Mağazası'nın açılışındakullandığı mesajlar çok tartışıldı. Özellikle reklamlarda kullandığı sloganlar alışılagelmiş mesajlardan çok farklı bir özellik taşıyordu.<br /><br />"25 Eylül'den itibaren sende Hans ve Helga gibi ucuza alman mı?", "Bu kadar zevksiz Almanlar nasıl bu kadar çok aleti alabiliyor?", "25 Eylül'den itibaren tıpkı Nataşalar gibi en çekici aletleri aynı çatı altında bulacaksınız"<br /><br />ilk bakıldığında bu mesajlara olumsuz tepkilerin verilmesi oldukça normal. Mesajlarda bazı milletlere göndermeler yapılıyor, Cinsel çağrışımlarla Türk erkeklerin bilinçaltlarına sesleniyor. İletişimde bulunulan toplumun kültürel kalıpları çok önemli bir unsurdur. Bu kalıpları zorlayıcı mesajların kabul görmesi oldukça zordur. Media Markt'ın bu anlamda Türk toplumunun muhafazakar yapısına ters gelecek mesajlarla ve kültürel kalıpları rencide etme tehlikesine rağmen, önemli ölçüde başarı sağlamıştır.<br /><br />Media Markt'ın İstanbul Mağazasının açılışı için yaptığı kampanya karmaşık ve gürültülü bir yapı arz ediyordu. Açılış yaklaştıkça mesajların dozu giderek arttı ve ucuzluğun etkisi ile büyük bir izdiham yaşandı. Media Markt'ın kullandığı sloganlar Türk kültür ve değerlerine ters olmasına rağmen sınırlı bir tepki verilmesi altı çizilmesi gereken bir konudur. Kampanyaya yönelik tepkiler daha çok fiyat tartışmaları boyutunda sürerken, zamanla bu yeni stratejiye tüketicilerinde alıştığı gözleniyor.<br /><br />1.3. Tüketici boyutu: Türkiye'de elektronik pazarının 10 yıllık bir geçmişi var. Elektronik pazarı yabancı zincirlerin girmesi ile ivme kazandı. En son Media Markt'ın girişi ile bu pazarda büyük bir hareketlilik yaşandı. Tüketicilerde de elektronik eşyayı büyük Elektronik mağazalarından alma alışkanlığı başladı. Ürünlerde marka ve fiyat garantisi veren ve üstelik aynı ürünün daha ucuzunu bulana aradaki fiyat farkını ödeyeceğini söyleyen Media Markt, rekabeti arttırıcı bir faktör oldu. Bu durum en çok tüketicilere yaradı. Reklam mesajlarının rencide edici diline tüketiciler fazla aldırmadı. Bu resmin bütününü görmeye yeterli bir gösterge değildir. Tüketiciler pragmatik davranarak ucuzluğa odaklanmıştı. Media Markt'ın açılıştan sonra yapacağı kampanyalar bu noktada belirleyici olacaktır. Aynı tonda mesajları çeşitli zamanlarda kullanması halinde tüketicilerin tepkileri daha farklı olabilir.<br /><br />2. AÇILIŞ İZDİHAMI ve KRİZ İLETİŞİMİ<br />Media Markt, İstanbul Mağazasının açılışı için yürüttüğü reklam kampanyası çok etkili oldu. Media Markt, açılıştan bir gün önce mağazada bir basın toplantısı düzenledi. Basın toplantısının ardından medyada çıkan haberler şu şekilde oldu: 'Media Markt'ın ilk mağazası Ümraniye'de', 'Avrupa'nın ilk elektromarketi Media Markt Türkiye pazarında', 'Tekno Türkiye', 'Elektronikte 'en ucuz' biziz rekabeti', 'Elektronik ürün pazarında büyük kapışma'<br /><br />Reklam Kampanyası ve basın toplantısı ile büyük bir beklenti yaratan Media Markt, açılış günü izdiham yaşadı. Ucuz elektronik eşya almak için insanlar geceden kuyruğa girip, ezilme tehlikesi altında, sıkıntılı bir şekilde ürün almaya çalıştılar.<br /><br />Açılışta yaşanan izdiham medyaya şu şekilde yansıdı: 'Teknoyağma"Ucuzluğa hücum" Tüketim çılgınlığı "Promosyon çılgınlığı' 'Plazma izdihamı' 'Ucuz elektronik izdihamı' 'Tüketerek tükeniyoruz' 'Mağazadaki mallar kapanın elinde kaldı'...<br /><br />Reklam kampanyası ile yaratılan beklenti sonucunda oluşan izdiham, Media Markt'ın izlediği stratejinin bir ürünüydü. İzdihamın medyada bulduğu yankı ise, uzun vadede Media Markt'ın tüketici nezdindeki imajını olumsuz etkileyeceğe benziyor. İzdihamın nedeni ile arbede yaşandı. İnsanlar ezilme tehlikesi geçirdi.<br /><br />Media Markt'ın bunun karşısında yaptığı açıklamada, "Sabah saatlerinde uzun kuyruklar halinde mağaza kapısının önünde bekleyen binlerce kişi, açılışla birlikte kampanya ürünlerinin bulunduğu reyonlara yöneldi ve kampanya kapsamındaki tüm ürünler ilk bir kaç saat içerisinde tükendi" denildi. Daha sonra tüketicilerin ürünler bittiği halde saatlerce mağaza önünde beklediği görüldü.<br /><br />Özellikle ürünlerin birkaç saat içinde tükenmesi aşırı bir şekilde güdülenen tüketicide hayal kırıklı yaşattı. İzdiham esnasında çıkan arbede günlerce konuşulacak görüntülere neden oldu. Medyada açılışla ilgili haberler çok olumsuz yansıdı. Kurumdan yapılan açıklamada stokların bu kadar çabuk tükeneceğinin öngörülemediği söylendi. 31 Ekim 2007'de Media Markt'ın düzenlediği basın toplantısında yeni açılacak diğer mağazalarda bu tür izdihamların olmaması için önlemler alındığı belirtildi.<br /><br />Eskişehir Mağazasının açılışında izdiham yaşanmadı ama yine uzun ve çileli bir kuyruk oluştu. Yine aynı basın toplantısında, yeni izdihamların yaşanmayacağı mesajını verilirken, reklamlarda kullanılan mesajların toplumdaki yansımaları üzerinde durulmadı. Yeni pazarlara girerken komik olmaya çalışıyoruz, bunu yaparken de etik değerlere önem veriyoruz diyen Media Markt Türkiye Genel Müdürü Mustafa Altındağ, İstanbul ve Eskişehir Mağazalarının açılışında yürüttükleri kampanya ile tepki çekmişlerdi.<br /><br />Pazarlama iletişimi açısından mesajların tutarlı olması çok önemli bir konudur. Media Markt'ın mesajlarında agresif dilde bir tutarlılık sözkonusudur. Ancak, etik değerlere saygılı olmak konusunda aynı başarıyı sergileyemediği için Media Markt, bir söylem çelişkisi içindedir. Media Markt, açılış günü yeterli stok ve güvenlik tedbirlerinin alınmaması ile oluşan izdihamı karşısında tüketicilerden özür dilemesi gerekirken, tüketicilerin gösterdiği ilgiye teşekkür etmekle yetindi.<br />Daha sonra yapılan açıklamalarda ise, yeni mağazaların açılışında bu izdihamların tekrarlanmayacağı dile getirildi.<br /><br />Media Markt, İstanbul mağazasının açılışını ve yaşananları bir "event" olarak gördüğü için bu event'in olay olması, medyada geniş bir şekilde olumsuz haberlerle yer almasına rağmen başarısızlık olarak değerlendirilmedi.<br /><br />B. DEĞERLENDİRME ve SONUÇ<br />Media Markt'ın İstanbul mağazasının açılışı agresif bir kampanya ile duyuruldu. Reklamlarda kullanılan mesajlar Türk toplumunun kültürel değerlerine aykırı nitelikler taşıyordu. Reklam stratejisi ses getirme üzerine kurulduğu için bu mesaj tüketicilerde belli bir dikkat oluşturdu. Açılışta yaşanan olumsuzluklar ve alınması gereken tedbirlerin yeteri kadar alınmaması kamuoyunda olumsuz bir imaj oluşturdu.<br /><br />Şirketin olaylı açılışları ses getirmek adına planlı programlı bir şekilde yürüttüğü bilinmektedir. Fakat bu olaylı açılışlar kolaylıkla kontrolden çıkıp vahim sonuçlar doğurma riski taşımaktadır. Açılış elektronik pazarında ezber bozdu denilebilir. Fakat tüketicilerin yaşadıkları sıkıntılar haberlere çok olumsuz yansıdı. Bu da halkla ilişkiler açısından olumsuz bir performans göstergesidir.<br /><br />Media Markt'ın reklam kampanyası örneğinde pazarlama iletişimi kurallarını alt üst eden sonuçlar oldu. Tüketiciye agresif bir dille seslenen, onun kültürel değerlerini rencide eden bir dil kullanmasına rağmen tüketiciden büyük bir tepki gelmedi. Rakipler de fiyatlara odaklanıp Sanayi Bakanlığı'na şikayette bulundu. Kısa vadede Media Markt'ın pazara giriş stratejisi başarılı bulunsa da orta ve uzun vadede halkla ilişkiler açısından ciddi riskler taşımaktadır.<br /><br />Açılış esnasında yaşanan olaylar karşısında Media Markt'ın basın açıklamalarında olumsuzluklardan kendisini sorumlu tutmuyormuş gibi bir yaklaşım içerisinde olması kriz iletişimi açısından doğru bir yaklaşım değildir. Media Markt yetkilileri, yerel ve etik değerlere önem verdiklerini söylemelerine rağmen toplumsal değerleri rencide eden bir dil kullanmaları çelişki oluşturmaktadır.<br /><br />Media Markt'ın şirket stratejisinin, diğer ülkelerde aynı şekilde kullanılması ve istenilen sonuca ulaştırması açısından başarılıdır. Stratejinin yapısından kaynaklanan, yerel değerlerle ters düşme riski, potansiyel krizler taşımaktadır. İstanbul mağazasının olaylı bir şekilde açılması kamuoyunda oluşturduğu algı açısından olumsuz bir imaja sahip. Agresif iletişim dilinin olumlu bir hatta doğru bir şekilde yönetilmesi gerekmektedir. Bu aşamadan sonra yapılacak iletişim çalışmaları daha fazla önem taşımaktadır.<br /><br />Faruk YAZAR<br />HALKLA İLİŞKİLER UZMANI<br />(21 Ocak 2008)faruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-23036096792796377052008-03-04T02:33:00.000-08:002008-03-04T02:35:56.942-08:00TUNCAY ÖZKAN: BİR MEDYA FİGÜRÜNÜN POLİTİK ÖZNE OLMA ARAYIŞIMedya aktörlerinin siyasetle olan ilişkileri, medyaya olan ‘güvensizliğin’ en önemli nedenlerinden birisi olmuştur. Türkiye’de medya ve siyasetin iç içe olması, hatta medyanın siyaseti belirlemede etkin rol oynaması toplumsal olayları çözümlerken dikkate alınmalıdır.<br /><br />Medyanın kamuoyuna olan sorumluluklarını ne ölçüde yerine getirdiği, her zaman tartışma konusu olmuştur. Türkiye mevzubahis olduğunda, sorumluluk kavramından bahsetmek bir hayli güç. Siyaseti doğrudan yönlendirmeye soyunan, toplum mühendisliği yapan bir medya, Kamuoyunu aydınlatma vazifesinde tarafsızlık ilkesini nasıl gözetebilir?<br /><br />Türkiye’de 2002 seçimleri ile yeni bir döneme girildi. Yeni dönemin konjonktürü, siyaseti bir merkez etrafında topladı. Merkezde odaklanan siyasetin muhalefet ekseni ‘naif’ ve başarısız bir performans gösterdi. Bunun sonucu olarak sol muhalefet yeni arayışlar içine girdi. Türkiye’deki solun karakterinde de ilginç değişimler yaşandı. Küreselleşme dalgasına karşı ulusal sol söylemi ortaya çıktı.<br /><br />Ulusalcılık kavramsallaştırması ile yeni bir milliyetçilik tarzı türetildi. Bu yeni milliyetçilik söylemi topluma, Türkiye’nin 1919 şartlarında olduğu korkusunu yayıyordu. Bu korku siyasetinin önde gelen figürleri de medya ve emekli askerler arasından çıktı.<br /><br />Tüm bu süreçleri ve gelişmeleri çok yönlü bir sosyolojik okumaya tabi tutabiliriz fakat burada medyanın tutumu üzerinden bazı toplumsal aktörlere daha yakından bakmaya çalışacağız<br /><br />Ak Partinin ekonomi ve dış politikada gösterdiği başarılı performans Türkiye’deki siyasetin dokusunda çeşitli etkilere yol açtı. Bunlardan en önemlisi CHP’nin marjinalleşmesi ve AK Parti politikalarına alternatif bir politik dil ve söylem geliştirememesidir. Bunun sonucunda CHP’nin bıraktığı boşluğu doldurmak isteyen yeni oluşumlar gündeme geldi.<br /><br />Sol muhalefetteki eksikliği gidermeyi düşünenlerden birisi de Gazeteci Tuncay Özkan oldu. Medya yöneticiliğinden miting alanlarına oradan da siyasete yönelen Tuncay Özkan, ‘medya ve ‘etik’ tartışmalarına yeni bir boyut katacağa benziyor. Kamuoyu bu ismi miting alanlarındaki ateşli konuşmaları ile daha fazla duymaya başladı.<br /><br />Kanaltürk televizyonunda sürekli boy gösteren Tuncay Özkan, ulusalcılık söyleminin ilginç figürlerinden birisi haline geldi. Bir medya figürünün siyaset aktörlüğüne soyunup politika yapması arızi bir durumdur. Özellikle toplumsal kutuplaşmanın önemli bir aktörü haline gelmesi dikkat çekici bir olgudur.<br /><br />Türkiye’de ulusalcı hareketin nasıl bir savrulmanın içinde olduğu Vatansever Kuvvetler Güç Birliği ve Ergenekon gibi oluşumların faaliyetleri ile açıklık kazanmaktadır. Tuncay Özkan bu resmin içinde ‘kritik’ bir yer işgal etmektedir. Büyük şehirlerde düzenlediği mitinglerle yaptığı konuşmalar, psikolojik harp yöntemlerini çağrıştırmaktadır. Özkan’ın konuşmaları propaganda ağırlıklı, sloganik, içeriksiz, bilinçaltına seslenen bir tonda, semboller üzerinden bir politika üretme çabası olarak değerlendirilebilir.<br /><br />Tuncay Özkan’ın politik özne olma arayışı aslında bir ‘show’ dan öteye geçemeyecek bir macera olarak kendini gösteriyor.<br />Kitleleri etkilemek, kışkırtmak, yönlendirmek için meydanlarda topluma manipülatif bir show yapıyor. Gerçeğin yerine geçmeye çalışan bir simülakr olarak Türkiye’deki medya tartışmalarında her zaman dikkat çekecek bir figür olacaktır.<br /><br />Tuncay Özkan, 17 milyon dolarının olduğunu ve bunu bir ideal uğruna kanaltürk’e yatırdığını söylüyor. Bu kadar parayı nereden ve nasıl bulduğu çok tartışılmıştı. Özkan’ın ideali yoksa toplumsal refleksleri negatif bir şekilde geliştirmek ve demokrasiye müdahale ortamının oluşturulmasını sağlamak olmasın?<br /><br />Tuncay Özkan’ın, Cumhuriyet Halk partisi içinde siyasete soyunmak istediği ve olumsuz bir karşılık bulunca parti kurma arayışı içine girdiği bilinmektedir. Yöneticisi olduğu medya vasıtası ile hem siyaset yapıyor, hem de kitleleri sokaklara taşıyarak toplumsal kutuplaşmayı körüklüyor.<br /><br />Özkan’ın siyasetin içinde yer almak istemesi normal görünebilir. Fakat bunu tehlikeli bir toplum mühendisliği ile yapmaya çalışması çok manidardır. Tuncay Özkan, bir anchorman tarzı ile siyaset yapmaya çalışıyor. Bunu yaparken de kitleleri nereye sürüklediğinin farkında değil. Salt propaganda ve eleştiri ile siyasette alan açmak mümkün değildir.<br /><br />Bazı programlarda antiemperyalist tutum sergilerken, AB’den destek almayı ihmal etmemesi ilginç bir çelişkidir. Ulusalcılık çizgisinde birleşen karşıt görüşleri aynı minvalde sunuyor izleyicisine. Bir programında Apo’yu övücü sözler bile sarf etmişti.<br /><br />Omurgasız, programsız ve fikirsiz bir muhalefet, ancak çelişkili, sorunlu bir yapı ortaya koyabilir. Burada bir yayın organının haber ve siyaseti neden ayırmadığı tartışılmalıdır. Kamuoyunu fütursuz bir şekilde yoğurmaya çalışmanın etik sorgulaması yapılmalıdır.<br /><br />Türkiye son yıllarda önemli bir değişim rüzgarı yakaladı. Bu değişim rüzgarı içinde gerçekleştirilen başarılar, toplumun beklentilerini daha farklı bir düzeye taşıdı. Türkiye bazı hedeflere yavaş da olsa ulaşmaya başladı. Toplumsal değişimin en önemli unsurlarından medyanın bu değişime yeteri kadar katkı sağlayamadığı görülmektedir.<br /><br />Medya, siyasetle arasına mesafe koymalıdır ve siyasetin alanını daraltacak eylemlerden kaçınmalıdır. Siyasi tıkanıklıkların yoğunlaştığı dönemlerde çatışma ve ayrışmaları körükleyici bir tutum içinde olmamalıdır. Medya, topluma karşı sorumluluklarını yerine getirmek için öncelikle bir özeleştiri ile işe koyulmalıdır. <br /><br />Faruk YAZAR<br />Şubat 2008faruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-26663532201431225662007-12-27T00:18:00.000-08:002007-12-27T00:21:42.315-08:00MAGAZİNLEŞME TOPLUMU DÖNÜŞTÜRÜYORGeleneksel toplumların dönüştürülmesinde etkin bir role sahip olan magazinleşme fenomeni Popüler kültürün ve medyanın en tartışmalı konuları arasında yer almaktadır. Magazinleşme günümüzde medyanın ve toplumların gündemini daha çok işgal eden bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Artık ilginç olanın önemli olanın yerine geçtiği ve medyanın toplumsal sorumluluklarını ihmal edip eğlence odaklı yapılar haline dönüştüğü bir dönemdeyiz.<br /><br />Kitle iletişim teorilerinde klasik yaklaşımda magazin toplumun deşarj olmasını sağlayan bir ihtiyaç olarak görülmektedir. Buna karşılık kimi düşünürlerde magazin söyleminin, dünyayı ve olguları açıklarken basma kalıp yargılar ve klişeler kullanarak, olaylar ile nedenler arasındaki bağı kopardığını belirtmektedir. <br /><br />“Magazin olay örgüsünü parçalayan, anlık olanı vurgulayan, sığ içerikli, sansasyonel olana yönelen, olguların dramatik öğelerini öne çıkartıp, basitleştiren bir anlatım biçimidir.” Medya, magazin aracılığı ile çocuksu, gerçeksiz bir yaşama formu üretmektedir. Ekranlardan yansıyan simülasyonlar, insanın nereden gelip nereye gittiğini sorgulayamayacak bir düzenek üretmektedir<br /><br />Özelikle Türk medyası ekseninde magazin söylemine bakıldığında yaygın medyada magazinel içeriğin giderek arttığı ve medya içeriğinin tekdüzeleştiği gözlenmektedir. Bu durum, toplumsal muhalefet duygusunun törpülenmesine ve eleştirel aklın gelişmesine engel olmaktadır.<br /><br />İlk magazin dergisi Osmanlı döneminde 1873 yılında yayınlanan ‘Cüzdan’ olmuştur. Yine Haftalık Malumat(1897), Resimli Kitap (1908), Fransızların L’Illustration dergisinin benzeri olan ve 1909’da yayınlanmaya başlayan Şehbal magazin basınının ilk önemli örnekleridir.<br /><br />80’li yıllarda Türkiye’nin dışa açılması ve yeni ekonomi politikalarının benimsenmesi ile medyada da önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Büyük sermaye medyaya yatırım yapmaya başlamış ve yeni bir döneme girilmiş oluyordu. 1990’larda özel televizyonculuğun yayın hayatına başlaması ile medya içeriklerinde de önemli gelişmeler yaşanmıştır. Bu yıllar magazin içeriğinin geliştiği bir dönem olmuştur. Renkli televizyonun oluşturduğu büyülü dünyaya karşı gazetelerde eğlence ve magazin ağırlıklı yayınlara yönelmişlerdir.<br /><br />Günümüze gelindiğinde medya sektöründe rekabetin gittikçe yoğun ve agresif bir yapıda seyrettiği görülmektedir. Yaygın medyanın haber konsepti yaşam ve magazin haberleri ile dolup taşmakta ve genel olarak medya nitelik açısından her geçen gün kan kaybetmektedir. Ciddi gazete olduğunu söyleyen yayın organları bile haber sunum ve değerlendirmelerinde artık eğlendirici bir yaklaşım benimsemektedirler. “Yaşanmış gerçeğin yeniden üretimi olan haberin, nesnel gerçeklikle arasındaki mesafe giderek açılmaktadır.” <br /><br />Gazetelerin içeriğine ilişkin yapılan araştırmalarda basının 1/3’ünün ilan, 1/3’ünün görsel malzeme, 1/3’ünün yazıya ayrıldığını ve görsel malzeme ve eğlence için çalışanların en geniş grubu oluşturduğu tespit edilmektedir.<br /><br />Haberlerde magazinel yaklaşımın hakim olması ile birlikte sansasyonlar, gayri meşru ilişkiler normalleştirilmekte ve toplumsal değerler yozlaştırılmaktadır. Haberlerin çarpıcı başlıklarla iletilmesi bilgilenme sürecini büyülenme sürecine dönüştürmektedir. Bunu özellikle magazin haberlerinde daha fazla görüyoruz.<br /><br />Bir dönem Türk medyasını bir hayli meşgul eden Semra Hanım figürü, ana haber bültenlerinin en çok kullandığı malzeme olmuştur. 56 kez ana haber bültenlerinde konu olan Semra Hanım figürü toplam 4 saatlik bir yer işgal etmiştir. Daha fazla reklama ve raitinge giden yolun magazin ve eğlence programlarından geçmesi dolayısıyla, magazin bir çığ gibi büyümüştür.<br /><br />Magazinin hızlı yükselişinin ardındaki önemli etkenlerden birisi de medya sahip ve seçkinleri ile siyasal elitler arasındaki çıkar ilişkileri olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Zira magazin eleştirel aklın gelişmesini engelleyici bir fonksiyonu icra etmektedir. Böylelikle sürekli tüketen, geleneksel değerlerinden kopan, toplumsal sorumluluk duyguları zayıflayan, kitleler oluşmaktadır. <br /><br />Medya takip merkezinin yaptığı bir araştırmaya göre, reklam verenlerin toplam 149 milyon dolar değerinde reklam yatırımı yaptığı eğlence ve magazin programlarına karşılık, kültür ve sanat programlarının reklam geliri 25 milyon dolar seviyesinde kaldığı tespit edilmiştir.<br />Medyanın haber olmadan yaşayamayacağı bir gerçektir. Haberlerin bu anlamda doğruluk ve güvenirlikleri kritik bir öneme sahiptir.<br /><br /><br />RTÜK’ün Şubat 2007’de yaptığı ‘Televizyon Haberleri İzleme Eğilimleri Araştırması’ na göre Televizyonlarda yalan yanlış ve eksik haber verildiği iddiaları konusunda izleyicilerin görüşü sorulduğunda %59.8 izleyiciler tamamen katıldıklarını belirtiyorlar. Kamuoyunun % 17.4 ü ise, bunun doğru olduğunu ancak bazı kanallar için söylenebileceğini düşünmektedir. Yani, kamuoyunun % 77.2 si televizyon haberlerinin yalan, yanlış ve eksik haber verdiği kanaatini taşımaktadır.<br /><br />Haberlerin içerik aşınması önemli bir sorun olarak karşımızda dururken, magazin ve eğlencenin bütünüyle medya hakim olması, toplumsal etkileri göz önüne alındığında daha düşündürücü bir hal almaktadır. Magazin medyasının halk böyle istiyor savunması yanıltıcı bir yaklaşımdır.<br />Gerçekte bir arz dayatmasından bahsedilebilir. Dolayısıyla bu noktada asıl sorun medyanın “bize eğlendirici temalar sunması değil, bütün temaların eğlence olarak sunulmasıdır.”<br />RTÜK’ün yaptığı araştımada, televizyon haberlerinde daha fazla yer verilmesi istenen konular arasında ekonomi haberleri ilk sırada yer alırken onu siyasi haberler izlemekte ve üçüncü olarak da toplumsal konuların yer alması istenmektedir. Magazin haberleri ise sıralamanın sonlarında yer almaktadır.<br /><br />Sonuç olarak:<br />v Medyanın toplumsal sorumluluk anlayışında ciddi aşınmalar sözkonusudur.<br /><br />v Haber içeriklerinin magazin ve eğlence ağırlıklı olması toplumu olumsuz etkilemektedir.<br /><br />v Medyanın yaptırım gücüne sahip kendi kendini denetleyebilir bir otokontrol mekanizması olmalıdır<br /><br />v İzleyiciler ve okuyucular heberlere daha az inanmakta ve medya genel olarak güven kaybına uğramaktadır.<br /><br />v Eğlence ve magazin çılgınlığına bazı düzenlemeler getirilmelidir. Örneğin magazin programlarının daha geç saatlerde yayınlanması gibi.<br /><br />v RTÜK’e magazin programlarının ve haberlerdeki şiddet, suç gibi unsurların medyada fazla yer alması dolayısıyla yapılan şikayetler karşısında daha aktif olması ve yaptırım gücünün arttırılması sağlanmalıdır.<br /><br />v Yasakçı bir anlayışla medyanın denetimi olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Bunun yerine izleyiciyi bilinçlendirici ve medyayı sorumluluk almaya yönelten çalışmalar yapılmalıdır. Bu çalışmalar sivil toplum kuruluşları, medya ve ilgili devlet kurumları ile eşgüdümlü olarak yapılmalıdır.<br /><br /><br />Faruk YAZAR<br />ARALIK 2007faruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-9297877571572142282007-11-05T07:55:00.000-08:002007-11-05T07:58:04.217-08:00BİNBİR BULUT MASALLARI: "ASLINDA HAYAT BİR MASAL KADAR GÜZEL"<div align="left"><span style="font-family:trebuchet ms;">“Ben öyle bilirim ki yaşamakberrak bir gökte çocuklar aşkına savaşmaktır”<br /></span></div><div align="left"><span style="font-family:trebuchet ms;">Hayal ve çizgi estetiğinin kalbimize yansıyan bir pırıltısı gibi Binbir Bulut Masalları kitabı. Fatih Turanalp ve Sümeyra Solmaz’ın ilk kitap çalışması olarak Salıncak Yayınları tarafından yayınlanan Binbir bulut Masalları tek kelime ile şirin ve çok güzel bir öykü kitabı…Kitapta 10 adet öykü bulunuyor.<br /><br />Yazarların beşer öyküsü bulunuyor. Kitapta dikkatimi ilk olarak çizgilerin estetik ve çocuksu pırıltısı çekiyor. Sümeyra Solmaz uzun zamandır beyazbulut, metafor gibi yayınlarda çizgi serüvenini sürdürüyor. Geldiği noktada çizginin dilini ne kadar kıvrak bir şekilde konuşturduğunu daha iyi fark ediyoruz. Fatih Turanalp 40ikindi.com sitesinde şiir ve denemeleri ile dikkat çekiyordu. Turanalp’in çocuk öykülerini görünce doğrusu çok şaşırdım. Çocuklar için kullandığı dil, öyküleme tarzı, ve anlatımının berraklığı beni büyüledi.<br /><br />Binbir Bulut Masalları kitabını elime aldığımda doğrusu okuyabileceğimden emin değildim. Biz büyüklerin katı zor ve steril bir hayatı oluyor. Çocukların dünyasından ne kadar uzağa düştüğümüzü görünce derin düşüncelere daldım. Yazarların öykülerini okudukça kendi çocukluğumun sokaklarına doğru süzüldüm.<br /><br />Turanalp’in öykülerinde bilge bir tavır var. Her ne kadar çocuksu bir dille öykü anlatıyor olsa da asıl büyüklere bir şeyler anlatmak ister gibi…Öykülerinde bazı kelimeleri yeniden oluşturuyor. Özellikle fıs fıs, tık tık öyküsünü anlatırken müthiş bir hayal estetiği yakalıyor. Sade, berrak ve naif… Hikaye okumuyor sanki bir menekşe kokluyorsunuz. Muhterem Cahit Zarifoğlunu hatırlıyorum bu hikayeleri okurken…<br /> </span></div><div align="left"><span style="font-family:trebuchet ms;">Sümeyra Solmaz’ın öykülerinde ise daha esprili bir anlatıp hakim. Dördüncü dayı öyküsünü okurken çok güldüğümü söylemeliyim. Yazarın naif ve şefkat dolu satırları çizginin görsel şöleni ile birleşince ışıl ışıl bir hayal dünyasına sürüklüyor insanı… Her şey böyle mutlu, böyle beyaz ve güzelken öykünün havasında, bilgece bir ses Aslında hayat bir masal kadar güzel diyor. Ne kadar yalın ve güzel bir cümle. Hayatın güzelliklerini içi sevgiyle dolu yüreklerden öğrenebiliriz ancak…<br /><br />Öyküleri okurken çocukluk ve stratejik insan tasavvuru hakkında epeyce düşündüm. Stratejik insan, masumiyeti görmezden geliyor ve sanatın alanını kısırlaştırıyor. Stratejik insan, homoekonomikusun ötesinde her şeyin daha fazla farkında olan bir figür. Ama ruhunu geri almak üzere çok uzak bir yere bırakmış… Çocukluk imgesi bu yüzden önemli. Hem tasavvur dünyamızın önünü açmak hem de daha iyi, güzel bir dünya kurabilmek için…<br /> <br />Bizim çocukluğumuzda kitap okumak ya da resimli bir dergiye sahip olmak çok kıymetli ve herkese nasip olmayan bir şeydi. Türkiye Gazetesi’nin çocuk eki sınıfta birkaç kişinin elinde olur ve bize hiç gelmezdi. Ne okuyacak bir dergi, kitabımız olurdu ne de güzel oyuncaklarımız… Okumakla uzun yıllar sonra tanışacaktım. Şimdi çocuklarımız böyle güzel kitapları okuyabiliyor. Bunun büyük bir fırsat olduğunu unutmamak gerekli…<br /><br />2002 yılında Çok kıymetli Selçuk Küpcük, Muammer Yavaş, Gökhan Akçiçekle birlikte çıkarttığımız Kum yazıları dergisinde çocuk edebiyatı konusunu uzun uzadıya tartışıyorduk. Çocuk şiirleri, çocuk öykülerinin sanatsal yeri hakkında… Ben mümkün olduğunca çocuk edebiyatı tartışmasından uzakta kalmaya çalışıyordum. Şimdi Şair Vural Kaya, fatih Turanalp, Sümeyra Solmaz gibi arkadaşları görünce iyi ki yazıyorlar diyorum. Her şey insan için…Çocuk edebiyatı diye yeni kategorileştirmelerin ya da ayrıştırmaya çalışmanın çok fazla bir anlamı yok.. Bu metinler içimizde körelen hayal estetiğini uyandırıyor…Her şey hayal etmekle başlıyor …<br /><br />Binbir Bulut Masalları kitabını karıştırırken keşke çocukluğumuzda böyle içimizdeki hayal ufkunu açacak kitaplarımız olsaydı diye hayıflanmadım değil. Bir zamanlar kitaplarda ve dergilerde gördüğümüz resimler ve çizgilerin ne kadar soluk, boğucu ve hayal estetiğinden mahrum olduğunu hatırlayınca tekrar buruk bir duygu yakalıyor gözlerimi…Turanalp ve Solmaz’ın büyük emeklerle hazırladıkları kitabı görünce çocuklarımızın ne kadar şanslı olduğunu düşünmeden edemiyorum. <br /><br />Çocuk olmak…çocuk bu yaşadığımız katı gerçekliğin üstünde gezen cennet habercisidir. Uçar gibi koştuğunda çocuk ellerinden mavi bir yusufcuk havalanır. Hayal kurmanın ve düş görmenin çok zorlaştığı bu dünyada çocukların dünyasından bakmayı deneyerek, hayatımızı tekrar sorgulayıp, dünyayı daha yaşanılır hale getirmek için sorumluluklarımızı yeniden hatırlamalıyız.<br />“Ben öyle bilirim ki yaşamakberrak bir gökte çocuklar aşkına savaşmaktırçünkü biz savaşmasakanamın giydiği pazensofrada böldüğümüz somunyani ıscacık benekleri çocukluğumuncılk yaralar halindeyayılırlar toprağaetlerimiz kokargökyüzünü korkutur” <br /><br />Faruk YAZAR<br /><br />İstanbul 31 Ekim 2007</span></div>faruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-4760323401005556602007-09-21T00:14:00.000-07:002007-09-21T00:18:15.315-07:00MARKA OLMAK TÜKETİCİYE BİR DEĞER ÖNERİSİ VE GÜVEN SUNMAKTIR<div align="justify"><span style="font-family:trebuchet ms;"><br /><span style="color:#ff6666;"><strong>KOBİ’lerin markalaşmaya gereken önemi vermediğine dikkat çeken Halkla İlişkiler Uzmanı Faruk Yazar, “Bunun pek çok nedeni olsa da en önemli nedeni vizyonsuzluktur. Vizyon eksikliği ve küçük düşünmek markalaşma önündeki en belirgin engeldir” diyor.</strong></span><br /><br /><br />KOBİSEKTÖR - KOBİ’ler açısından marka olmak niçin önemlidir? Marka olmanın firma değerine etkisi nedir?</span></div><span style="font-family:trebuchet ms;"><div align="justify"><br />FARUK YAZAR - Türkiye’deki işletmelerin büyük çoğunluğu Küçük ve Orta Boy işletmelerden oluşmaktadır. Sanayileşmenin gelişmekte olduğu bir ekonomi için Küçük ve Orta Ölçekli firmalar, gelişmenin en önemli taşıyıcısıdırlar.<br /><br />KOBİ’ler üretim kabiliyeti, esnekliği ve teknolojiye hızlı uyum sağlama özellikleri ile önemli avantajlara sahiptirler. Bunun yanı sıra KOBİ’ler kurumsallaşma ve büyüme gibi önemli noktalarda yeterli açılımı gösterememektedirler.<br /><br />KOBİ’ler yapıları gereği sermaye olanakları çok kısıtlı işletmelerdir. Bununla birlikte yeni pazarlara açılmaları, mevcut pazarlarda tutunmaları ve büyümeleri gerekmektedir. Bunu da kurumsallaşıp, markalaşmaya yatırım yaparak ve etkin bir yönetimle gerçekleştirebilirler. Markalaşmak, hem rekabet gücünü arttıran en önemli etkenlerden birisi hem de karlılığın bir gereğidir.<br /><br />Marka olmak firmalar için, ürettikleri ürün ve hizmetlerin karlılıklarını ve rekabet avantajlarını arttırır, pazardaki konumunu güçlendirir. Aynı zamanda firmaların itibarını yükselteceğinden kurumsal marka değerini de arttıran bir faktördür. </div><div align="justify"><br />KOBİSEKTÖR - KOBİ’ler markalaşma konusunda yeterli bilgiye sahip mi ? Gerekli önemi veriyorlar mı? </div><div align="justify"><br />FARUK YAZAR- KOBİ’ler markalaşmayı istiyorlar fakat bunu nasıl gerçekleştireceklerini bilmiyorlar. Yıllık bütçelerinde iletişim yatırımlarına yok denecek kadar pay ayırıyorlar. Markalaşmayı salt reklam enstrümanı ile sağlayacaklarına dair yaygın bir kanaat hakim. Oysa markalaşma, reklam, halkla ilişkiler, doğrudan pazarlama, müşteri hizmetleri ve kişisel satış gibi unsurların stratejik bir eksende kurgulanıp bütünleşik olarak uygulanmasından geçmektedir.<br /><br />Başarılı bir marka yaratmanın sırrı farklılaştırma ve konumlandırmadadır. Markalaşma planlı, uzun vadeli bir inşa sürecinin sonunda oluşan yapıdır. KOBİ’ler markaya yatırım yapmanın çok masraflı bir iş olduğunu düşünerek iletişim yatırımlarına karşı çekimser kalmaktadırlar. Halbuki her firma kendi bütçesine göre düzenli olarak markaya yatırım yapsa çok önemli sonuçlar alınabilir.<br /><br />KOBİ’lerin markaya yeteri kadar değer verdiğini söylemek güç. Üretim ve yatırım kabiliyetimizi marka oluşturmada gösteremiyoruz. Bunun pek çok nedeni olsa da en önemli nedeni vizyonsuzluktur. Vizyon eksikliği ve küçük düşünmek markalaşma önündeki en belirgin engeldir. </div><div align="justify"><br />KOBİSEKTÖR - KOBİ’lerin markalaşma süreçlerinde karşılaştıkları problemler nelerdir? </div><div align="justify"><br />FARUK YAZAR - Anadolu’da yükselen sanayi kentlerinde KOBİ’lerin hızlı bir şekilde arttığını görüyoruz. Bu artış sanayimizin büyüyüp yeteri kadar gelişememesi nedeni ile çeşitli riskler içermektedir.<br /><br />Küreselleşmenin etkileri ile küçük işletmeler zorlu rekabet koşullarında yok olmakla karşı karşıyalar. Rekabet ve kârsızlıktan kaynaklanan sorunların yanı sıra finansman nedeni ile de KOBİ’ler ciddi sıkıntılar yaşamaktadırlar. Bu sıkıntıların aşılmasında markalaşma önemli bir role sahiptir.KOBİ’lerimiz, markalaşmak için yeterli bilgi birikimine, kurumsal yapıya, insan kaynaklarına ve vizyona sahip değil. Bu durum KOBİ’lerin gelişmesinin önündeki en önemli engeldir. </div><div align="justify"><br />KOBİSEKTÖR - KOBİ’ler de etkin marka yönetimi için sizce nasıl bir anlayış benimsenmeli? </div><div align="justify"><br />FARUK YAZAR - Marka olmak için KOBİ’lerimizin en önemli ihtiyacı vizyondur. Hedef kitlemiz nezdinde nasıl bir konuma sahip olmak istediğimiz ve nasıl bir değer üreteceğimiz önemlidir. Marka olmak tüketiciye bir değer önerisi ve güven sunmaktır.<br /><br />KOBİ’ler etkin bir marka yönetimi için stratejik bir vizyon benimsemelidirler. İletişim harcamaları masraf olarak değil bir yatırım olarak görülmelidir. Üretim odaklı bir anlayıştan marka odaklı bir anlayışa yönelmelidirler. Ürün ve hizmetlerimizi pazarlamanın genel amacı markalaşmak olmalıdır. Marka yönetimi müşterinin marka ile temas ettiği her noktanın yönetilmesini gerektirir. Bu da marka yönetiminin işletme yönetimindeki merkezi konumunu ifade etmektedir.<br /><br />KOBİ’lerde pazarlama fonksiyonu, marka olmanın şartlarını yerine getiren, araştırma, stratejik planlama, reklam, halkla ilişkiler, doğrudan pazarlama, müşteri hizmetleri ve kişisel satış süreçlerini yöneten bir işleve sahip olmalıdır. KOBİ’lerimizin bünyesinde markadan sorumlu kişiler olmalı ve profesyonel danışmanlık hizmetleri satın alınmalıdır. </div><div align="justify"><br />KOBİSEKTÖR - Global marka olmanın yolu nereden geçiyor? </div><div align="justify"><br />FARUK YAZAR - Global bir marka olmak uzun ve pahalı bir süreçtir. Bunun için yerelden/ülkeden ülkelere doğru bir eksen üzerinden yola koyulmak gerekmektedir. Kendi pazarında gücünü pekiştirmemiş bir marka dış pazarlarda çeşitli sıkıntılarla karşılaşabilir.<br /><br />Yerel ölçekte marka gücünü kanıtladıktan sonra stratejik bir açılımla global adımlara yönelmelidir. Dış pazarlarda markanın tanınırlılığı sağlaması için yaratıcı reklam kampanyaları ile düzenli iletişim kurulması gerekmektedir. Global bir marka olmak için düzenli olarak diğer ülkelerde marka bilinirliği oluşturmak ve bunun içinde yatırım yapmanız gerekmektedir.<br /><br />Global bir marka olmasanız bile vizyonunuzu bu şekilde belirlediğiniz zaman yerel ölçekte Pazar pozisyonunuzu ve rekabet avantajınızı yükseltme imkanını yakalamanız güçlenecektir. “Global düşün, yerel hareket et” deyimi firmalara küreselleşme olgusu içerisinde nasıl hareket etmeleri gerektiğini ifade eden önemli bir slogandır.<br /> </span></div><div align="justify"><span style="font-family:trebuchet ms;">KOBİSEKTÖR Dergisine Ağustos 2007'de verdiğim röportaj<br /> </span></div>faruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-61623560224998235682007-09-20T23:43:00.001-07:002008-12-10T10:53:54.145-08:00YOLLARINA BAKMAKTAN GENÇLİĞİM HEDER OLDU<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjewceoUNSWJVkYN3IBZLLSKaPQekpoxdRQZKEI-Ty2CXZdi37vH9U8MlWt6S-oc4xTZbfxFjXs15GwG-nmtB8aYCGx-mdIHkzGrwuHvja86h4AQxM1JSAtap-BzoOmKhp7DCHDxWiLjdA/s1600-h/tren+yolu.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5114058330139418866" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; CURSOR: hand" height="191" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjewceoUNSWJVkYN3IBZLLSKaPQekpoxdRQZKEI-Ty2CXZdi37vH9U8MlWt6S-oc4xTZbfxFjXs15GwG-nmtB8aYCGx-mdIHkzGrwuHvja86h4AQxM1JSAtap-BzoOmKhp7DCHDxWiLjdA/s320/tren+yolu.jpg" width="320" border="0" /></a> Dışarıda biraz kar biraz yağmur var… Günlerdir güneş yüzü görmedim. Bütün sokaklar bomboş. Bir tek ben yollardayım, böyle yalnız ve serseri. Bir film sahnesine sıkışmışım sanki, hep sana son kez baktığım günü yaşıyorum. <div align="justify"></div><div align="justify">Kendi hayatımızın kareleri içinde bazı sahnelere tutulup kalıyoruz işte. Hep karlar altında yürüyorum bu karede... Sen, pencerenin önünde sokaktan gelişimi izliyorsun. </div><div align="justify"></div><div align="justify">Ellerimde tuhaf bir burukluk nüksediyor, avuçlarımdaki kurumuş gül yaprakları anılardan yorulmuş ve buruşmuş bir şekilde kederleniyor.<br /><br />Sanki senden bir haber verecekmiş gibi yağmurlara soruyorum seni… Belki yine geçerim kapının önünden, belki ansızın çıkagelirim şehir her günkü uykusundan uyanmadan önce bir nisan sabahı. Kalbim bir istinatsızlık hali içinde boşlukta salınıyor. Nicedir senin yokluğunu kavrayamaz haller içindeyim.</div><div align="justify"><br />Yağmur ve sen nasılda yakışırdınız. Benim tutulup kaldığım sahnede biraz kar ve biraz yağmur yağıyor sürekli. Bir hasret oluyor sonra aşk. Sonra sonsuz bir özlem. Ufku bölercesine bakıyorum gün batımına. Yollar ve mesafeleri bir çırpıda geçmek istiyorum. Bütün şehirlerden sana seslenmek istiyorum.<br /><br />Sen buruk bir eylülde kimsesiz bir hüzne kapıldın. Hayatının her anında ve tüm gecelerinde sana sonsuz bir aşkla seslendim. Seslenmek… İnsan bu dünyada yalnız seslenmekle kalıyor. Hüznün mahcup yalnızlığında çok zaman seslenmekten bile mahrum kalıyoruz. Aşk, ölümlülerin dudağında günlük bir sohbet konusu olarak kalıyor. Ah ölümlü bir varlıkla nasıl sonsuza dek seveceğiz.<br /><br />Varolmak bir hasretliktir. Bu dünyada dağlar başında konakladığımız her gün hasretimiz bir hüzne dönüşüyor. Alınyazısına sıkışmış mutluluklarla yarın için bir teselli arıyoruz. Yolu bilseydik keşke. Bilseydik, kervan nerede, hangi yol serüvenimizi sağ salim sona erdirir. Hiçbir yolcu hiçbir yerde gerektiğinden fazla kalmamalı. Sen ansızın gitmeyi yeğledin. Oysa bembeyaz bir dünya sunacaktım yetişebilseydim ardından… Gitmek ölümle eşdeğerdi. Ölüm, kapımızda uyuyan bir misafirdi senin için. Gittin ve yıkıldı bu şehir. Geride acıdan konuşamayan ihtiyarlar ve çocuklar kaldı.<br /><br />“Bu akşam çok efkârlıyım<br />Kalbim neden kan ağlıyor<br />Bunu bir bilsen sevgilim”<br /><br />Yaşamak seninle güzel diye başlardı şarkılar. Bu sonsuz hasret olmasa, bu sabahsız geceler yolumuza çıkmasa, sana bir sırrımı söyleyecektim. Sana, bir dünya hayali taşıyan kelimelerle söyleyecektim, içinden sonsuz ırmaklar akan bir aşkı… Ah sevmek, son bir umutla yola koyulmak değil mi?<br /><br />Dışarıda biraz kar biraz yağmur var sevgilim. Mevsimler eprimiş bir güzde kalakalmış. İnsan bir şeye hasret kaldığında gerçekte ne kadar yalnız olduğunu bilebiliyor. Bir hasret ne kadar susabilir ki, özlemle yoğrulmuş bir aşkın arkasından… Ver elini bana diyememektir hasret. Bütün iskelelerde yalnız ve sarhoş kalmaktır. Uzaktan uzağa sessizce ölmektir. İnsan yaşamalı derdim her konuşmanın sonunda. Varlığını yücelten bir aşkla yaşamalı ki yaşamak, sevgiyle yunmuş bir yolculuk olsun. Zarif bir endamı bekliyor bütün yağmurlar. Zülfünü rüzgâra bırakmış mahcup bir kadını bekliyor bütün güller…<br /><br />“Ellerin, ellerin ve parmakların Bir narçiçeğini eziyor gibiEllerinden belli olur bir kadınDenizin dibinde geziyor gibiEllerin, ellerin ve parmakların” </div><div align="justify"><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh3v9aZNW-9TD3xcmsrdMT-Caui1sE-CBA_H1y8PIkgjGHpHQHi21egUOH9oaQ20o-ZLJdUuTH-L2g-RuuN8nRC1IhRXYCKzN_8JHDFmRvS13RdtpOrwhoPqGdgO5sl06IH1MzIa0C2tn4/s1600-h/sevgililer.jpg"></a>Senin dünyanda narin kuşlar ve yapraklarından aşk akan güller ve karanfiller olurdu. Hayatı kavrardım gözlerinde. Simsiyah bir rüya olurdu gözlerin, daldıkça uyanılmayan… Evlerin ışıkları bambaşka ışıldardı sen henüz uyumamışken. Bir gamzenin kıvrımında kayboldu bütün bir gençlik.. İçimde uçsuz bucaksız denizler ufku zorluyor. Biraz üşüyorum kırgın bir yaz akşamı mehtaba karşı. Yoksun bunu böyle bilmek çok zor…<br /><br /><br />Faruk YAZAR<br />Temmuz 2006 </div>faruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-18012002056545615212007-09-20T02:56:00.000-07:002007-09-20T03:03:12.250-07:00KOBİLERDE HALKLA İLİŞKİLER FAALİYETLERİNİN İMKANI<span style="font-family:trebuchet ms;"></span><br /><span style="font-family:trebuchet ms;">Halkla ilişkiler stratejik iletişim yaklaşımı ile itibar ve algılamayı eksene alan bir evrim ve dinamizm içindedir. Halkla ilişkiler sektörü son 10 yıldır önemli mesafeler kat etti. </span><br /><span style="font-family:trebuchet ms;"></span><br /><span style="font-family:trebuchet ms;">Dünya standartlarında iş yapan firmalar giderek çoğalıyor ve halkla ilişkiler projeleri daha fazla ses getirmeye başlıyor. Bu proje ve çalışmalar daha çok büyük kurum ve kuruluşlar için gerçekleştirilmektedir. </span><br /><span style="font-family:trebuchet ms;"></span><br /><span style="font-family:trebuchet ms;">Halkla İlişkiler programlarının büyük ölçekli firmalardan küçük ve orta ölçekli işletmelere yayılması ne kadar mümkün? Bu konuda yeterli çalışmaların olmadığı ortada. </span><br /><span style="font-family:trebuchet ms;"></span><br /><span style="font-family:trebuchet ms;">Ekonominin kılcal damarlarını oluşturan KOBi’ler de iletişim yatırımları nasıl olmalıdır. Bu soruların cevapları, gelişen sanayimizin neden markalaşamadığına da bir yanıt olabilecektir. </span><br /><span style="font-family:trebuchet ms;"></span><br /><span style="font-family:trebuchet ms;">Türkiye %99’u KOBİ olan bir sanayi yapısına sahip. Bu KOBİ’lerin yine büyük bir kısmı aile şirketidir. Müthiş bir üretim ve yatırım kabiliyetine sahip olan KOBİ’ler; kurumsallaşma, ölçek büyütme, ve markalaşma konularında problemler yaşamaktadırlar.</span><br /><span style="font-family:trebuchet ms;"></span><br /><span style="font-family:trebuchet ms;">KOBİ’ler ürettikleri ürünleri iç ve dış pazarlarda tutundurmak, belli bir pazara sahip olabilmek ve bu pazarı koruyarak genişletmek için çeşitli arayışlar içerisindedirler.<br /><br />Günümüz pazarlarında KOBİ’ler, aynı kalite ve standartlarda üretilmiş ürünler arasında marka olmadıkları için tercih edilmemektedirler. İhracatçı firmalar dış pazarlarda karşılaştıkları rekabet karşısında marka olmanın değerini daha fazla hissetmektedirler. </span><span style="font-family:trebuchet ms;">Böylelikle rekabet gücünü arttıracak yeni arayışlar içine girmekteler. </span><br /><span style="font-family:trebuchet ms;"></span><br /><span style="font-family:trebuchet ms;">İstanbul ve birkaç büyük ilin dışına çıkamayan halkla ilişkiler faaliyetlerinin, ekonominin dinamik ve öncü gücü olan KOBİ’lerde uygukanma imkanı nedir? Marka olmayı arzulayan KOBİ’ler nasıl bir yol izleyecek ve PR’ın etkin gücünden nasıl yararlanacak? </span><br /><span style="font-family:trebuchet ms;"></span><br /><span style="font-family:trebuchet ms;">Halkla ilişkiler kurum ve hedef kitle arasında karşılıklı anlayış geliştirme ve sürdürülebilir bir iletişim ortamı oluşturmak, mesaj alış verişini düzenlemek gibi kritik fonksiyonlar gerçekleştirmektedir.<br /><br />Halkla İlişkiler faaliyetleri reklam ve diğer pazarlama iletişimi enstrümanları bütçelerine göre daha düşük bütçelerle uzun vadeli, kalıcı iş sonuçları üretmektedir. Elbette her halkla ilişkiler faaliyetinin bütçesi kapsam ve içeriğine göre farklılaşmaktadır. Büyük bütçeleri olan P.R projeleri de oldukça fazladır. </span><br /><span style="font-family:trebuchet ms;"></span><br /><span style="font-family:trebuchet ms;">Mütevazi bütçelerle etkin sonuçlar alabilmek halkla ilişkilerin gücünü göstermektedir. Halkla ilişkiler kullandığı çeşitli iletişim kanallarıyla markaların mevcut ve yeni pazarlarda tutunmalarına büyük katkı sağlamaktadır.</span><br /><span style="font-family:trebuchet ms;"></span><br /><span style="font-family:trebuchet ms;">KOBİ’ler için halkla ilişkiler bu anlamda büyüme ve markalaşma için etkili bir disiplindir. KOBİ’ler şu ya da bu şekilde iletişim faaliyetlerinde bulunmaktadırlar. Web sitesi, tanıtım cd’leri, katalog, fuarlar, promosyon, basın reklamları gibi ortamlardan sıklıkla yararlanmaktadırlar. Fakat bu kanallar iş hedeflerine uygun stratejik iletişim ekseninde kurgulanmamaktadır. </span><br /><span style="font-family:trebuchet ms;"><br />İletişim uzmanlarının KOBİ’lere bu anlamda sağlayacağı önemli katkılar bulunmaktadır. KOBİ’lerin küçük bütçelerinin içinde yaratıcı halkla ilişkiler programlarının geliştirilebileceği ve medya ile sürekli, sağlık bir ilişki kurularak firma ve marka tanınırlılıklarının arttırılmasının mümkün olduğu gösterilmelidir.<br /><br /><span style="font-size:130%;color:#ff6666;"><strong>KOBİ’LERİN ÖRGÜTSEL YAPISI</strong></span><br /><br />Türkiye’de KOBİ’Lerin %94’ü aile şirketidir. Aile şirketi olmak KOBİ’ler için bazı avantajlar ve dezavantajlar taşımaktadır. Kurumsallaşma, profesyonel yönetim açısından bazı güçlükler ortaya çıkmaktadır. KOBİ’lerin aile şirketi olması kriz dönemlerinde daha dirençli bir hale getirmektedir.<br /><br />Küçük ve orta ölçekli işletmelerde temel işletme fonksiyonların dışında yatay bir şekilde organizasyon genişlemesi pek mümkün olmamaktadır. Genellikle Genel müdür işletmenin sahibi, muhasebe ve finans çoğunlukla aileden bir üye tarafından yürütülmektedir. Organizasyon dağılımı birkaç fonksiyonla sınırlı kalmaktadır.<br /><br />İşletmelerin genelinde pazarlama bölümü satış operasyonlarının yürütüldüğü bir birim olarak algılanmakta ve müşteri ilişkileri, Pazar araştırmaları, reklam ve halkla ilişkiler faaliyetleri yok denecek kadar azdır.<br /><br />KOBİ’lerin ar-ge ve hedef pazarlara yeterli yatırımı yapamaması onları büyümek konusunda sınırlandırmaktadır. Bu durumun en önemli nedeni ise yeterli finasmanın sağlanamaması ve dış kaynaklı fonlardan yararlanamamak olarak gösterilebilir. İşletme organizasyonundaki eksiklerle birlikte KOBİ’ler üretim, satış, pazarlama konularında da problemlerle karşılaşmaktadırlar.<br /><br /><span style="font-size:130%;color:#ff6666;"><strong>KOBİ’LERİN PAZARLAMA ve TANITIM YÖNTEMLERİ<br /></strong></span><br />Selçuk Üniversitesi’nden Prof.Dr. Mahmut Tekin’in Karaman’da yaptığı bir araştırmaya göre “KOBİ’ler satış etkinliğini arttırmada kullanılan en yaygın metot %43 oranıyla kişisel satış olmaktadır.<br /><br />Reklam satışları arttırmada kullanılan ikinci yaygın metot (%27) olarak kullanılmakta, bunu üçüncü sırada (%14) promosyon izlemektedir. Tanıtım araçlarının oranı %11 olarak dördüncü sırada yer almaktadır.”<br /><br />Prof.Dr. Mahmut Tekin’e göre; “KOBİ’lerin reklam faaliyetlerine ağırlık vermeleri satış etkinliğini arttıracaktır. Ancak KOBİ’lerin satış etkinliğini arttırabilmek için ürün stratejileri marka kararları ve politikaları, fiyatlandırma çalışmaları, araştırma geliştirme, tutundurma, kalitenin yükseltilmesi ve ileri teknoloji kullanımı ve insan kaynakları eğitimine gereken önemi vermek zorundadırlar.<br /><br />”Araştırmacılar Derneği ve IAA tarafından Aralık 2004-Mayıs 2005 döneminde KOBİ’lere yönelik yürütülen bir araştırmaya göre; KOBİ’ler, “marka olmanın daha çok kaliteli olmak ve bilinirlik sağlamak anlamına geldiğini düşünüyorlar. Yüzde 84´ü kendini marka olarak görüyor. Bütçelerinin ortalama yüzde 9´luk bir kısmını pazarlama faaliyetlerinin oluşturduğu KOBİ´lerde, bu faaliyetlerin süresi yaklaşık 15 yıl sürüyor.<br /><br />” “KOBİ´lere göre pazarlama faaliyetlerinin büyük bir parçasını yüzde 57´lik bir oranla reklam yapmak oluşturuyor. Daha çok fuarlara katılarak müşterilerine kolay tanıtım yaptıklarını belirirken, broşür, gazete, dergi ve internet kullandıkları diğer mecralar arasında yer alıyor. Bütçelerinin yüzde 23´ünü fuarlar için harcamaktadırlar.<br /><br />”KOBİ’lerin pazarlama bütçelerinin kısıtlılığı ve iletişim mecralarını çok sınırlı bir şekilde kullanmaları bu faaliyetler hakkında yeterli bilince sahip olmadıklarının bir göstergesidir. Yapılan reklam faaliyetleri de genel olarak bir iletişim planı dahilinde yapılmamaktadır.<br /><br />İstanbul ve birkaç büyük şehrin dışında KOBİ’lere danışmanlık yapacak onları yönlendirecek profesyonel firmaların olmaması da pazarlama iletişimi yatırımlarının olmamasında büyük bir etkendir. Anadolu’da büyük bir yaygınlığa kavuşan KOBİ’ler imalat sanayisinde çok önemli işler başarmaktadırlar. Onların sanayideki gelişmelerine paralel bir şekilde hizmetler sektörü gelişmemektedir. Bu olgular KOBİ’lerin markalaşma perspektifini olumsuz etkilemektedir.<br /><br /> <span style="font-size:130%;color:#ff6666;"><strong>KOBİ’LER İÇİN BİR HALKLA İLİŞKİLER MODELİ<br /></strong></span><br />Küçük ve orta ölçekli işletmelerin özellikle nihai ürün üreten kesiminin dış ve iç pazarlarda kendisine bir yer edinmesi büyük önem taşımaktadır. Küreselleşme bütün pazarları bir birine yaklaştırarak rekabeti global bir hale getirmiştir. Bu durum firmaların ölçeklerinin ne olursa olsun zorlu bir rekabet karşısında olduklarını göstermektedir.<br /><br />İşletmeler AB süreci dolayısıyla kalite yönetim sistemlerine ve CE belgesine daha fazla yatırım yapmaktadırlar. Bu süreç kurumsallaşma ve peşinden markalaşmayı da getirecektir. KOBİ’lerin markalaşmaları onları daha büyük potansiyellere de taşıyacaktır. Markalaşarak, defter değerlerinin ötesinde kredibiliteleri ve piyasa değerleri de artacaktır. Bunun için planlı iletişim yatırımları gerekmektedir.<br /><br />Nihai ürün üreten bir KOBİ için halkla ilişkiler, yönetim organizasyonunda genel müdüre bağlı olarak pazarlama bölümü ile birlikte çalışmalıdır. Pazarlama iletişimi mesajlarının yanı sıra, kurum içi iletişim ve çevre (Odalar, sendikalar, stk’lar) ile iletişimi de halkla ilişkiler düzenlemelidir.<br /><br />Halkla ilişkiler, işletmenin vizyonu ve misyonu çerçevesinde kurum kültürünü geliştirip, kurumsal değerlerin paylaşılması ve bütünsel kurum değeri oluşturulmasını sağlayabilir. Bununla birlikte yerel yönetimler, ilgili meslek kuruluşları ve hedef kitle ile düzenli iletişimler kurmalıdır.<br /><br />Yerel medyanın imkanlarından yararlanarak kurumsal faaliyetleri ve firma ile ilgili gelişmeleri hedef kitle ve kamuoyu ile paylaşır. Sosyal paydaşlar ve hedef gruplarla düzenli bilgi akışı ve iletişim sağlar. Bunlara yönelik araştırmalar yaparak işletmenin algısını ve itibarını yönetir. KOBİ’ler marka olmak için yapacakları iletişim yatırımlarında reklam, halkla ilişkiler, doğrudan pazarlama gibi pazarlama iletişimi unsurlarından bütüncül bir bakış açısının perspektifinde yararlanmalıdırlar.<br /><br />Halkla ilişkileri diğer disiplinlere göre daha kritik bir konuma yerleştiren en önemli neden, firma ve markanın tüketici nezdinde benimsetebilme ve kanaat oluşturma becerisidir. Bu da P.R faaliyetlerinin inanırlık ve güven temelli yapısından kaynaklanmaktadır. Yeni üretilmiş bir marka, hedef gruplar üzerinde yapılacak pazarlama amaçlı halkla ilişkiler (marketing public relations) kullanılarak markanın tutundurulması sağlanabilir. Bu faaliyetler stratejik bir iletişim planı çerçevesinde tasarlanmalıdır.<br /><br />Halkla ilişkilerin gücü ile oluşturulan markalara tipik bir örnek olarak, “The Body Shop’u verebilriz. Hiç reklam yapmadan doğan bir marka. Anita Roddick’in kendi ihtiyaçlarından yola çıkarak üretmeye başladığı doğal ve ekolojik kozmetik ürünleri.The Body Shop kurumsal sosyal sorumluluk kampanyaları ile bir dünya markası olmuştur.” (mediacat Ocak 2006 PR Plus eki)<br /><br />Mesela Anadolu’da bir KOBİ’nin dünya standartlarında hijyenik ve çok kaliteli bir gıda mamülü ürettiğini düşünelim. firmamız bölgesinde etkin, aynı zamanda çeşitli ülkelere de ihracat yaptığını düşünelim. Bu firmamız, sahip olabileceği tüm kalite belgelerini kazanmış olsun. Kaldı ki, böyle firmalar;<br /><br />Konya, Gaziantep, Denizli, Kayseri gibi yükselen sanayi kentlerinde oldukça yoğundur. firmalarımız kaliteye yaptıkları yatırımın bir kısmını bile markaya yatırmamaktadırlar. firmalarımız, üretim sürecine odaklanarak markalaşmayı geri planda bırakmaktalar. Halbuki bu üretim sürecini pazarlama iletişimi ile entegre etseler, pazardaki penetrasyonları, markalaşarak satışlarda elde edecekleri katma değer, onları daha yüksek bir konuma taşıyacaktır.<br /><br />pazarlama iletişimi düşüncesi içerisinde halkla ilişkiler faaliyetleri markalaşma sürecine ve kurumsal itibarın oluşmasına büyük katkılar sağlamaktadır. Örnekteki gıda firmamız, hedef kitle ve sosyal paydaşlarla düzenli iletişim kursa ve kaliteye yaptığı yatırımın iletişimini yapsa markalaşma süreci işleyecektir.<br /><br />Gıda firmamız, merdivenaltı üretimin yoğun olduğu, sağlık koşullarının yeterince dikkate alınmadığı bir ortamda kendi sektörüne öncülük ederek, sağlıklı ürünlerin yaşamsal değerine odaklanarak sosyal kampanyalar yapabilir. Bu kampanyalar vesilesiyle kurum, kitle iletişim araçları ile bir marka algısı oluşturur.<br /><br />KOBİ’nin finansal yapısı dikkate alınarak en etkili ve en uygun iletişim ortamları seçilir. Başlangıçta medya ilişkilerine odaklanan pazarlama amaçlı halkla ilişkiler faaliyetleri, kurumsal gelişmelere ve iletişim hedeflerine göre yaratıcı faaliyetler gerçekleştirir.<br /><br />Böylelikle reklam ve pazarlama çalışmalarını bütünlemek için P.R programları gerçekleştirilir. Halkla ilişkiler oluşturulmak istenen marka algısı ve kurum itibarını gerçekleştirir.<br /><br />Markanın farkındalığını ve tanınırlılığını oluşturur. Halkla ilişkiler, kurumsal sosyal sorumluluk kampanyaları, basın bültenleri, etkinlik yönetimi, sponsorluk, event marketing gibi enstrümanlarla hedef gruplar üzerinde güvenilir algılar oluşturur.<br /><br />Haber şeklinde mesajlar üreten halkla ilişkiler, firmanın ve markanın etkinliğini yayar. Bu faaliyetlerin devamlılığı sayesinde marka ve kurum itibarı yükselir. Şüphesiz bu çalışmalar kıza vadeli olmamaktadır.<br /><br />Uzun soluklu olması ve kalıcı özellikler taşıması P.R (public relations) faaliyetlerini diğerlerinden ayıran en önemli hususlar olmaktadır.<br /><br />Sonuç olarak, KOBİ’lerin özellikle son kullanıcılara ulaşan kesimi, mutlaka pazarlama ve kurumsal faaliyetlerinde halkla ilişkiler disiplininden yararlanmalıdırlar. Rekabetin yoğunlaştığı piyasalarda, ürün ve hizmetlerin ötesinde kurumsal itibar ve algılanma müşteri tercihlerini etkilemektedir.<br /><br />KOBİ’ler pazarlama iletişimi yatırımlarını arttırırken halkla ilişkileri merkezi bir konuma yerleştirmelidirler. Tüm pazarlama iletişimi faaliyetlerini halkla ilişkiler sahip olduğu entelektüel kapasite ve beceri ile yönetebilir. Bunun yanı sıra halkla ilişkilerin reklam ve diğer iletişim disiplinlerine göre mütevazi bütçelerle çok önemli işler ortaya koyduğu da vurgulanmalıdır.<br /><br />FarukYAZAR<br />15 Mart 2006 Çarşamba<br /> </span><br /></span>faruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-41750081459485216412007-09-20T02:39:00.000-07:002007-09-20T02:46:04.887-07:00İMAJI İLE SORUNLU BİR ŞEHİR: KONYA<span style="font-family:trebuchet ms;"><div align="justify"><br />Bir şehrin imajı, o şehre ilişkin tarihi, kültürel değerlerle birlikte insanlarının yaşam tarzı ve ekonomik faaliyetlerinin toplamıyla oluşan bir bütündür. Genel anlamıyla imaj, "bireyin zihninde bazı öğelerin etkileşimi sonucunda yavaş yavaş oluşan bir imgedir".</div><div align="justify"><br />İmaj modern pazarlamanın bir ürünü olarak kişileri, toplumları ve ülkeleri son derece fazla etkileyen bir değer algısıdır. İmaj, algılanan değer ise bu değerin sabit bir veri olmayacağı, değiştirilebileceği ve yönetilebileceği düşünülmelidir.</div><div align="justify"><br />İmaj yönetimi ya da algı yönetimi (perception management) kişinin/toplumun kendisini içeriden nasıl gördüğü (öz-imaj) ile başlamaktadır. Kişilerin imajları yönetilebileceği gibi şehirlerin imajı/itibarı da yönetilebilir. </div><div align="justify"><br />Öz imaj ile vizyon bir paralellik arz ediyorsa doğru yolda olduğumuzu düşünebiliriz. Şehirlerin imajları çeşitli parametrelerce oluşan bir süreçtir. Kentlerin kültürel varlığı, insan davranışları ve şehre has faaliyetler o şehrin bütünsel imajını oluşturmaktadır.</div><div align="justify"><br />Konya'nın imajı zaman zaman çeşitli vesilelerle dile getirilmektedir. Aslında dile getirilen mesele, şehrin muhafazakar ve dindar yapısı olmak üzere belirli konuların manipülatif bir şekilde kamuoyu gündemine taşınmasından başka bir şey değildir. </div><div align="justify"><br />Konya, medeniyet birikimi ve kültürel zenginliği ile hak ettiği konum ve itibardan çok uzak bir noktadadır. Konya, hoşgörü kültürü ile değil Türkiye'ye, tüm dünyaya örnek olacak birikime sahip bir şehirdir.</div><div align="justify"><br />Mevlana örneğinden yola çıktığımızda bile, halen tüm dünyayı etkileyen bir anlayış ve hoşgörü geleneğinin başka toplumlarda nasıl yankılandığını ve algılandığını görebilmekteyiz. Fakat bu tarihi ve kültürel derinliğe rağmen şehrin "örgütlenme yapısı" bu birikimi taşıyacak vizyona sahip değildir.</div><div align="justify"><br />Konya'daki sivil toplum kuruluşları, kültürel platformlar, bürokratik mekanizma, Konya'yı bir "dünya kenti" yapacak misyona sahip değildir. Sivil toplum kuruluşlarının yapısına baktığımızda, tanımlanmış gerçekçi bir amaç ve buna uygun bir gelecek öngörüsünün varlığından bahsetmek oldukça güçtür. </div><div align="justify"><br />Sivil toplum kuruluşları, demokrasinin ve gelişmiş toplumun vazgeçilmez bir unsurudur. Aynı şekilde sivil toplum kuruluşları topluma/şehre ait değerleri, başka toplumlara ve şehirlere anlatıp aktararak, "bütünsel algıyı" yönlendirebilecek örgütlerdir. Ne var ki, Konyalı sivil toplum kuruluşlarının, siyasal ve kültürel örgütlerin, henüz böyle bir yapıya kavuştuklarını söyleyemeyiz. Dolayısıyla bir imaj probleminden kolaylıkla söz edilebilmektedir.</div><div align="justify"><br />İmaj, çerçeve bir kavramdır. Bu kavramın içerisinde toplumun kendini nasıl algıladığı ve kendini nasıl ifade ettiği gibi konular yer almaktadır.</div><div align="justify"><br />Konya'daki kimi kurumlar imaj konusunda kendilerince bazı çalışmalar yapmaktadır. Paneller, "slogan arayışları" vb. çabalar sadece konunun küçük bir parçasını oluşturmaktadır. Bu ve benzeri çalışmalarda sözünü ettiğimiz "bütünsel imajı" yönetmeye dair stratejik bir eksen yoksunluğu kendini göstermektedir. </div><div align="justify"><br />Öncelikli olarak Konya'nın bütünsel imajının ne olması gerektiğine dair "ortak bir akıl ve kanaat"in olup olmadığına dair bir açıklığa kavuşmak gerekmektedir. Yerel medya, sivil toplum kuruluşları, kültürel örgütler, Büyükşehir Belediyesi, Odalar meseleyi doğru bir stratejik eksene oturtup Konya'nın tarihi ve kültürel derinliğine uygun bir vizyonu benimsemeli ve bu çerçevede lobi, tanıtım gibi iletişim faaliyetlerinde bulunmalıdırlar. </div><div align="justify"><br />Örneğin ekonomide "marka şehir" olabilmenin potansiyeli mevcuttur. Yine dinamik kültürel özellikler iyi değerlendirilebilirse hem yurt içinde hem yurt dışında Konya imajı daha farklı bir yerde olabilir. </div><div align="justify"><br />Konya, söyleyebileceği çok şey olan bir kenttir. Böyle bir kentin geleceğini planlayamadığını varsaymak hiç düşünülesi değil. Soru şu: Gerçekten bir gelecek planımız var mı?</div><div align="justify"><br />Faruk YAZAR<br /></span></div>faruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-55344194433151190222007-09-20T02:34:00.000-07:002007-09-20T02:46:55.206-07:00TÜRKİYE'DE KİŞİSEL GELİŞİM: "BEN'İN ÖTEKİLEŞMESİ"<span style="font-family:trebuchet ms;"><div align="justify"><br />Kapitalist ekonomik sistem insanı dayanılmaz bir yalnızlığa sürüklerken bir de kişilerin mevcut sistemde tutunabilmeleri için, kendilerini geliştirmeye mecbur hissetmelerini sağladı.</div><div align="justify"><br />Batılı toplumlarda insanın iyi ve müreffeh bir hayat yaşayabilmesi hatta varoluşunu gerçekleştirebilmesi için göstermesi gereken amansız mücadele "insan insanın kurdudur" mottosunu doğrular şekilde gelişmeye devam etti.</div><div align="justify"><br />Türkiye, iki yüzyıldan bu yana (bu tarih daha da geriye götürülebilir) batı ile her karşılaşmasında "özgüven" problemi yüzünden travmatik bir şekilde kabullenici konumunda oldu. </div><div align="justify"><br />Kültürel anlamda ithal edilen değerler bu travmayı daha da derinleştirmiş, dil ve tarih zafiyetinden dolayı "ben"in aşınmasına neden olmuştur. Batılı değerleri ve batıdaki kültürel gelişmeleri sorgulamaksızın "ithal etme" sendromu "kişisel gelişim" kavramı etrafında iş dünyasını ve eğitim camiasını da çevrelemiş durumdadır.</div><div align="justify"><br />Serbest piyasa ekonomilerinde yöneticiler ve iş görenler, sahip oldukları donanımla piyasanın taleplerini yerine getiremeyecekleri düşüncesiyle kişisel özelliklerini, becerilerini arttırma yoluna gitmektedirler. </div><div align="justify"><br />Bu yöneliş bence pek çok getirisiyle beraber, bir furya olarak özelikle son dönemde Türkiye'de sağlıksız yapılanmaların oluşmasına neden olmuştur. Pek çok yerde kişisel gelişim merkezleri açılmış, yetkin olmayan insanlar kitap yazmaya koyulmuş ve yayınevleri de canhıraş bir şekilde kişisel gelişim kitapları yayınlamıştır.</div><div align="justify"><br />Toplumun büyük bir merakla sarıldığı bireysel gelişim kitapları ait oldukları toplumda faydalı ve işe yarar olarak görülebilirler, fakat Türkiye'de yeteri kadar kritize edilmeyen bu düşünceler "yaşam tarzı", "bir dünya görüşü" gibi sunulmaktadır. Asıl problem de burada yatmaktadır.</div><div align="justify"><br />Türkiye'deki yaşam koşullarının güçlüğü, eğitimsiz kitlelerin umut peşinde olmaları, onları bu tür lansmanların doğrudan muhatabı haline getirmektedir. Devlet İstatistik Enstitüsü'nün 2003 yılında yaptığı yaşam memnuniyeti araştırmasına göre; Türkiye'de beş yıl önceki durumuna göre kendini gelişmiş bulanların oranı %42.2'dir. Kadınların %44.7'si ve erkeklerin %39.9'u bugünkü durumlarını beş yıl öncesiyle karşılaştırdıklarında kendilerini daha gelişmiş bulmaktadır. </div><div align="justify"><br />Beş yıl sonra kişisel durumunun gelişeceğini ifade edenlerin oranı %44.4'tür. Kadınların %43.3'ü ve erkeklerin %45.6'sı beş yıl sonra kişisel durumlarının gelişeceği öngörüsünde bulunmaktadır. Gelir gruplarına baktığımızda kişisel durumlarının gelişeceğini düşünenlerin arasındaki fark daha da belirginleşmektedir. </div><div align="justify"><br />250 milyon TL.'nin altında hanehalkı gelirine sahip kişilerde, gelecek beş yıllık dönemde kişisel durumlarının gelişeceğini belirtenlerin oranı %30.7 iken, 1.5 milyar TL. ve üzeri hanehalkı gelirine sahip olanların %64.6'sı beş yıllık dönemde kişisel durumlarının gelişeceğini ifade etmişlerdir. </div><div align="justify"><br />Bu oranlar Türk insanın mevcut ekonomik koşullar altında gelecekleri hakkında çok da iyimser olmadıklarını göstermekle birlikte, umut ve umutsuzluk arasında kaldığını çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. </div><div align="justify"><br />Türkiye toplumunda bireyin kişisel gelişimini sağlıklı bir şekilde geliştirebilmesi için ekonomik ve sosyal dengeler arasında uçurumların kaldırılması, eğitim sisteminin rehabilite edilmesi ve sosyal dengesizliklerin acilen giderilmesi gerekmektedir. Böylelikle sağlıklı bir kişisel gelişim altyapısı ve ortamından bahsedebiliriz. </div><div align="justify"><br />Kişisel gelişim konusunda en gelişmiş teknikleri NLP (neuro linguistic programming) sisteminin sunduğunu söyleyebiliriz.</div><div align="justify"><br />Türkiye'de bu konu hakkında çalışan değerli uzmanların olduğunu da hemen ifade edelim. Tamer Dövücü, Turgay Biçer, Cengiz Eren ve Türkiye'de kişisel gelişim olgusunun gerçek temsilcilerinden Mümin Sekman gibi yazarların değerli katkıları olduğunu belirtmek istiyorum.</div><div align="justify"><br />Temeli bilimsel verilere dayanan NLP, içeriksiz teknikler bütünü iken, Türkiye'de hemen hemen her türlü mutluluğun sihirli yolu gibi lanse edilmektedir. Kimi İslami çevreler kişisel gelişim düşüncesine İslami referanslar bularak(!) bir pazar bile oluşturdular. </div><div align="justify"><br />Yayınevleri "mutluluğun ve başarının" formülünü ilaç gibi sunan bu fikirleri tartışma ve değerlendirme zahmetine bile girmediler. Türkiye geç kapitalistleşip serbest piyasaya eklemlendiği için sorgulama ve kritik etme mekanizmaları neredeyse unutulmuş durumda. </div><div align="justify"><br />Kişisel gelişim meselesi bizce daha çok tartışılmaya ve değerlendirilmeye ihtiyaç duyulan bir konudur. Batıda üretilen her şeyi bütünüyle kabul etme hastalığını yenebilmeli ve kendi değerlerimizden oluşan paradigmalar ile ben'liğimizi yeni durumlara karşı hazır ve sağlam bir hale getirmeliyiz.</div><div align="justify"><br />Faruk YAZAR<br /></span></div>faruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-9805647115583043442007-09-20T02:31:00.000-07:002007-09-20T02:46:36.291-07:00KURTLAR VADİSİ NE DEMEK İSTİYOR?<span style="font-family:trebuchet ms;"><div align="justify"><br />Türkiye kapalı devre yönetim sistemi ile oldukça karmaşık ve dinamik bir yapıya sahip. Bu kapalı sistemde neler olup bittiği her zaman merak konusu olmuştur. </div><div align="justify"><br />Siyasal sistemin kırılganlığı ve ekonomik istikrarsızlık, sistemin daha da kapanmasına neden olmuş ve içe kapanmacı politikaların zeminini oluşturmuştur. Hukukun askıya alındığı dönemlerde "güç" tek erk olarak kendini göstermiş, bununla birlikte gayri meşru pek çok yapılanma hayat bulmuştur.</div><div align="justify"><br />Türkiye demokratikleşme ve insan hakları yolunda kayda değer ilerlemeler sağlıyor. Bu duruma hayli zor etapları geçerek gelindiğini unutmamak gerekli. </div><div align="justify"><br />Türk kamuoyu devletinin nasıl yönetildiğini bilmiyor. Yönetim mekanizmaları şeffaf olmadığı için bilgilenmek mümkün olmuyor. Faili meçhul cinayetlerin perde arkası nedir? Terörle mücadele nasıl yürütüldü? </div><div align="justify"><br />Dış politika da atılan önemli adımlar hangi parametreler sonunda atıldı? AB anayasasına neden ve nasıl imza atıldı? Kıbrıs'taki gelişmelerin seyri nereye gidiyor? Yolsuzlukla mücadelede ne tür tedbirler alındı? </div><div align="justify"><br />Çakıcı, Kırcı, Peker güvenlik güçlerinden nasıl kaçtı? gibi pek çok konu kamuoyunu meşgul etmekte.</div><div align="justify"><br />Türk toplumunu diğer toplumlardan ayıran bir husus da, halkın, Türkiye'nin stratejik ve uluslararası konumu nedeni ile uğraşması gereken onlarca meselesi olduğunu bilmesi ve bunu günlük hayatının neredeyse bir parçası haline getirmesidir. Böyle bir ortamda olaylar ve meseleler hakkında komplolar ve hikâyeler eksik olmuyor. </div><div align="justify"><br />Nitekim son yıllarda mafya - devlet ilişkilerinin anlatıldığı diziler reyting rekorları kırıyor. "Kurtlar Vadisi" dizisi bu anlamda çok iyi bir prototip oluşturmakta. Film; Ortadoğu'dan Türkiye'ye, Kıbrıs'tan Amerika'ya, Türkiye'nin dış politika unsurları hakkında fikirler, faraziyeler sunuyor. </div><div align="justify"><br />Sadece aksiyonun, senaryonun ve yönetmenin filmi başarılı kıldığını söylemek mümkün değil. Hatta denilebilir ki, dizinin önemli bir kısmı pembe dizi enstantaneleri ile dolu.</div><div align="justify"><br />Bir düşünceye göre; dizide devletin halkına doğrudan söyleyemediği meseleleri film marifetiyle söylüyor. Hasılı, "Emret Bakanım" dizisi de bu kabilden... </div><div align="justify"><br />Devlet, içinde olup bitenler hakkında kendisini millete karşı mesul hissediyor, bunun için halkın bir şekilde olan bitenleri bilmesini istiyor. Anlatma yolu olarak bu tarz filmleri uygun buluyor. Kamuoyunun bazı şeyleri bilmesi gerekli... </div><div align="justify"><br />"Kurtlar Vadisi" dizisindeki kimi kahramanlar rol icabı ölmelerine rağmen bu halkta "gerçeklik duygusu"nu allak bullak edici şekilde sonuçlar doğuruyor. Ölen kahraman için mevlitler okunuyor, başsağlığı mesajları yayınlanıyor. Bu durum gerçeklik konusunda bir şaşkınlık oluşturduğundan "toplum mühendisleri"nin iştahını iyice artırmakta.</div><div align="justify"><br />Filmi kitle iletişim araçlarının halkı nasıl bir travmaya ittiklerini anlamak yönünden ve devlet halk ilişkilerinin kodlarını çözmek açısından irdelemek mümkün.</div><div align="justify"><br />Türkiye'de yaşanan olayların dizilerde anlatılanları bile geride bıraktığını, devletin en üst birimlerinde bulunan bir bakan tarafından itiraf edildiğini dikkate aldığımızda filmlere gösterilen teveccühü anlamak mümkün oluyor. </div><div align="justify"><br />Özetle, Türkiye'de yönetim sisteminin ve bürokrasinin kilit noktalarında hakim güç değişken ve çok bilinmeyenli. Bu durum yönetilebilirlik açısından zafiyetlere yol açıyor. </div><div align="justify"><br />"Derin devlet" teması hukukun geri planda kaldığını dikte ediyor. Güç kimde ise onun sözünün geçtiği bir ortam oluşmuş ve tüm ilişki biçimleri güce endekslenmiş durumda. Mafyanın bu şekilde yükselmesi de, iktidarın "güç"le sağlanabileceğine olan inançtan kaynaklanıyor. </div><div align="justify"><br />Nitekim bir mafya mensubu, hükümet devirdiğini bile söylemişti. Bir bakıyorsunuz adam öldürmenin yanı sıra, pek çok suç işlemiş insanlar, "ilginç" bir şekilde yurt dışına kaçabiliyor.<br />Devletin halkın güvenini tekrar kazanabilmesi için hukuku hakim kılması zorunlu olmaktadır. Aksi takdirde güvensiz ve başıboş bir savrulmayla halk yüz yüze kalabilir.</div><div align="justify"><br />Not: Yukarıda anlatılanlar tamamen hayal mahsulüdür!</div><div align="justify"><br />Faruk YAZAR<br /> </span></div>faruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-1214565243487727882007-09-20T02:29:00.000-07:002007-09-20T02:47:31.008-07:00ALIŞKANLIKLAR ÜZERİNE...<span style="font-family:trebuchet ms;"><div align="justify"><br />İnsan hayatı rutinlerle çevrelenmiş ablukalarla dolu. Doğası gereği her şeye alışmak zorunda. Ölüme, yaşamaya, katlanmaya, sevmeye... </div><div align="justify"><br />Günlük hayat alışkanlıklardan ibaret. Her gün aynı saatte kalkmak, her gün aynı otobüslere, vapurlara binmek, her gün aynı yollardan aynı işleri yapmak...</div><div align="justify"><br />Bu bir mahpusluk durumudur. Alışkanlıklar, özgürlüğümüze getirilmiş en doğal sınırlamalardır.<br />Her gün aynı sözleri aynı biçimde söylemek ölümdür biraz. Canlılığımızın daha özgür ifade biçimleri olmalı. Her gün ölmekte olan bir insan canlılığını alışkanlıklar, rutinler vesilesiyle duyumsayamıyor. </div><div align="justify"><br />Oysa duyumsamak sınırların arkasında nelerin olduğuna dair en iyi fikri verir. Kur'an'da zamana yemin ediyor Yüce Yaratıcı. Zaman, ölümle uyanacağımız bir rüyanın varlığını anlatmaya çalışıyor yüzlerimizdeki çizgilere. Alışkanlıklar, hayatı en ince yerlerinden kuşatmış ve bize bir çeşit mahpusluk durumu kurmuşlardır.</div><div align="justify"><br />Hüznün ve acıların da alışkanlıklar sınıfına girdiğini vurgulamamız gerekir. Neye ve kime olduğunu bilmediğimiz bir hüznün, eşya ve hadiselere karşı aynı tavrı almamıza neden olması oldukça düşündürücü. </div><div align="justify"><br />İnsan olmak, nedensellik ilişkisi içinde olmayan pek çok şeyi olağan kabul etmemizi zorunlu kılıyor. Çünkü, anlaşılmazlıklarla çevreli hayat. Alışkanlıklar da bir anlamda anlaşılmazdır. Her gün aynı insanlara aynı cevapları vermenin bazen bir açıklamasını bulamayız. Bunun ne kadar anlamsız olduğunu içimizden seslendirir, yine de yapmaya devam ederiz.</div><div align="justify"><br />Kişioğlu kişisel menkıbesini yaşamak için kendi zihnine ve kalbine yerleşmiş, küçük sınırların esaretini aşabilmeli. Devamlı surette yapıp ettiklerimiz bize korunaklı bir alan oluşturduğundan, sınırların arkasında ne olduğu hakkında bir fikrimiz olmuyor. </div><div align="justify"><br />Bu alışkanlıklar meselesi, düşünce dünyamızda da aynı etkileri göstermekte. İki yüz yıldır batılılaşma sendromunun oluşturduğu kompleksler neredeyse rutin bir mesele olmuştur. </div><div align="justify"> </div><div align="justify">Özgüvenin kaybıyla küçük kaygıların ve çırpınışların rahat kucağında koca bir millet çok zaman kaybetti. İrtica trajikomik bir rutin teamül değil de nedir? Kendini tekrar eden bir durum gün geliyor bir karikatür oluyor.</div><div align="justify"><br />Pazar günlerinin dayanılmaz sıradanlığı rutinleşen hayatı daha çarpıcı bir şekilde vurguluyor. Tembellik etmek, gazeteleri şöyle bir incelemek, çoluk çocukla pikniklere çıkmak, sağa sola gitmek vs.</div><div align="justify"><br />Bir gerilim filminde olduğu hissini verir yaşamdan artık tat almamak duygusu. Her gün akşam facia, ölüm haberleri izlemek ölümdür biraz. Gittikçe duyarsızlığa neden olan rutinler, fark etme eşiğimizi aşağılara çekiyor.</div><div align="justify"><br />Aynı şeylerden zevk alan, aynı kederleri yaşayan, aynı konulara aynı şekilde hayıflanan kitleler haline geliyoruz. Canlı olmak; her gün yeniden yaratılan evreni keşfetmekle ilgili bir şey olmalı.</div><div align="justify"><br />Her gün aynı sorulara zihnimizde aynı biçimde cevap aramak ölümdür biraz... Kavrayışın önünde bir engeldir alışkanlıklar. Problemleri anlayamaz ve meseleleri anlamlandıramaz bir hale gelir insan. Bu durum tabii ki önyargıları da kapsayan kompleks bir yapı haline gelmektedir. </div><div align="justify"><br />Bu yapıyı çözebilmek için varoluşumuzun anlamına ilişkin bir arayış şart olsa gerek. İslam mutasavvıflarının sürekli aramaktan kastettiği şey, "bilincin sınırlarla hapsolmaması için canlılığı duyumsayarak, devingen ve hareket halinde olması gerektiği" olsa gerek.</div><div align="justify"><br />Kısa bir hayatı kendi ellerimizle iyice kısaltıyoruz. Belki dışarıda kar ve tipi var. Fakat her gün aynı uykuya dalmak ölümdür biraz...</div><div align="justify"><br />Faruk YAZAR<br /> </span></div>faruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-42588578491248037102007-09-20T02:25:00.000-07:002007-09-20T02:47:50.748-07:00KAMERA İZLEYİCİYE ÇEVRİLMİŞ BİR SİLAHTIR<span style="font-family:trebuchet ms;"><div align="justify"><span style="font-size:85%;"></span><br />Son zamanlarda yapılan televizyon programları bir hayli düşündürücü bir profil çiziyor. Medyanın tek kaygısının reyting olduğu bir ortamda her türlü çılgınlığı beklemek doğal bir durum haline geliyor.</div><div align="justify"><br />Toplumsal sorumluluk fikrinden yoksun bir medya, izlenme uğruna toplumsal yaşamın bütünlüğünü bozucu programları bile gözü kapalı yayınlıyor. Tartışma programlarında insanlar tokuşturuluyor, haberler magazin merkezli kurgulanıyor ve sürekli şöhret yetiştiriliyor. </div><div align="justify"><br />Türkiye, mesleksiz ve eğitimsiz genç nüfusuyla büyük bir dinamizmi içinde barındırıyor. Bu dinamik nüfusa yönelik sağlam politikalar üretilmediği ve bir gelecek vizyonu çizilmediği için, medyanın "şöhret ve afazi" hastalığına tutulmakta insanlar gecikmiyor.</div><div align="justify"><br />İnsanlarımız yanlış bir rüyayı görmeye zorlanıyorlar. Yarışma programı adı altında insanlara ulaşamayacakları havuçlar gösteriliyor. Asıl önemli konuda bazı programların çılgınlık düzeyinde bir etkiye ulaşması. </div><div align="justify"><br />Mesela "Gelinim Olur musun?" programı, kendi içinde ürettiği kahraman(!) karakterleri ile toplumu meşgul ediyor. "Halk istiyor n'apalım!" savunmalarının bir dayanağı yok. Kitle iletişim araçları, doğası gereği etkileme ve manipülasyon imkanına sahip. Bu imkanlar maalesef zaman zaman bazı iyi niyetli olmayan amaçlara da hizmet etmektedir. </div><div align="justify"><br />Medya, eleştirel düşüncenin gelişmediği toplumlarda siyasal ve sosyal baskı unsuru olarak kullanılabilmektedir. Türkiye'de medyanın birinci güç olduğunu varsayarsak, komplo teorilerinden bir teori beğenmemiz gerekecek.</div><div align="justify"><br /> Medya, kendi güzergahında kaldığı ve sosyal sorumluluk refleksi ile hareket ettiği müddetçe demokratik yaşamın önemli bir parçasıdır. Bu gücün toplum menfaatlerini gözetmesi için hem sivil kurumların bilinçli yaklaşımlarına hem de bazı yasal düzenlemelerin gerçekleştirilmesine ihtiyaç vardır.</div><div align="justify"><br />Martin Haydeger , "kamera izleyiciye çevrilmiş bir silahtır" diyor. Bu silah Türk toplumunun en önemli kurumlarından olan aileye çevrildiği zaman ortaya çok farklı sonuçlar çıkıyor. </div><div align="justify"><br />"Gelinim Olur musun?" programı da toplumun çekirdeğini karıştırıp, onun kimyasına bakmaya çalışan bir program. Programın amacının insanları mutlu etmek, evlendirmek olduğu iddia ediliyor. Birbirlerini hiç tanımayan insanları bir eve kapayıp evlenmeleri bekleniyor. </div><div align="justify"><br />Hayatın doğal seyrine medya marifetiyle müdahalede bulunuluyor. İlişkilerin kamera önünde yapaylık ve kurmacaya esir edilmesi ile patolojik durumlar üretiliyor. </div><div align="justify"><br />Medya bu patoloji üremesinden hayli keyifli görünüyor. Programda insanlar birbirlerini tehdit edip, olmadık şeyler yapmaya başlıyorlar. Özel hayata bu şekilde bir manipülasyon yapmak "gerçeklik"duygusunun da köreltilmesine neden olmaktadır. Program yarışma konseptinden çıkıp bir mücadele alanı haline geliyor ve sahnedeki kahramanlar bir şekilde olumsuz rol modeller olarak karşımıza çıkıyor.</div><div align="justify"><br />Kuşkusuz "kaynana" fenomeni aile kurumunun kurucu unsurları arasındadır. Bu fenomen üzerinden tasarlanmış program izleyiciyi ekrana bağlamak için ataerkil bir kaynana kahramanı icat ediyor.</div><div align="justify"><br />Bu kaynana üzerinden aile içi didişmeler, kameranın önünde cereyan ederek toplumun bir kesimini ekrana kilitliyor. Programda altınlara kavuşmak için insanlar birbirilerine rol yapıp çeşitli oyunlar oynuyor. </div><div align="justify"><br />Yapay kavgalarla ortam geriliyor ve yapmacık sevgi gösterileri sunuluyor. Özel hayatın kimyasına bu şekilde bir mercek tutmak, toplumsal ilişkileri dejenere etmekten başka bir anlama sahip değil. Semra Hanım figürü, medyanın tasarladığı kahramana tam olarak uyduğundan bu kahramanın(!) egale edilmesi pek istenmiyor.</div><div align="justify"><br />Popüler kültür yeni yaşam tarzları ve algılamalar üretirken "değer" olgusunu da bir hayli yıpratıyor. Derinlik fikrinden ve estetik zevkten yoksun popüler kültür, insan ilişkilerini yüzeyselleştirip çocuksulaştırmakta ve anlam kırılmalarına yol açmaktadır. Yurt dışından ithal edilmiş televizyon yarışma programları da böyle bir konuma tekabül ediyor.</div><div align="justify"><br />Faruk YAZAR<br /> </span></div>faruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-76575518357598360092007-09-20T02:21:00.000-07:002007-09-20T02:48:21.363-07:00TÜRKİYE' DE PROVOKASYONUN ZEMİNİ<span style="font-family:trebuchet ms;"><div align="justify"><br />Bir ülke düşünün ki kolaylıkla istikrarsızlığa sürüklenebiliyor. Kimi hayaletler devreye girip kargaşa ve düzensizlik yaratabiliyor. Siyasal hayaleti, bizim kadar fazla kaç ülke var doğrusu merak konusu.</div><div align="justify"><br />Derin devlet, kontrgerilla, iç ve dış mihraklar, düğme fetişistleri... Hayaletler gerçeğin bulandırılmasıyla ortaya çıkan birer mitten başka bir şey değil. Siyasal hayaletler toplumları korkutmak ve manipüle etmek için çok elverişli araçlar olmaktadır. </div><div align="justify"><br />Hadiseleri tarihsel bir perspektifle ve çok yönlü olarak analiz etmediğimiz zaman bakış açımızla sınırlı bir okuma ile karşı karşıya kalacağızdır. Türk siyasal elitizmi, yapay sorunlar üretmekte ve bu sorunları kontrol edip buna yönelik doğru politikalar geliştirememekte oldukça mahir.</div><div align="justify"><br />Kürt sorunu adı altında üretilmiş meselenin toplum katında gerçeğe tekabül eden bir dayanağı yok. Büyük bir mirasın sahibi olan bu toprağın gerçek sakinleri, aklıselimle hadiselere yaklaşıyor. Bu yüzden iç çatışma "paranoyası" kendini gerçekleştirmeye çalışan bir kehanetten başka bir şey değil.</div><div align="justify"><br />Türk toplumunun sinir uçları siyasal hayaletleri kontrol eden mekanizmalar tarafından "büyük eşik"lerde sürekli olarak olumsuz bir şekilde uyarılmaktadır. Siyasal elitin basiretsizliği ya da bilinçli yaklaşımı nedeni ile toplumsal hadiseler daha hızlı bir şekilde oldubittiye getirilmektedir. </div><div align="justify"><br />Türkiye, siyasal, kültürel ve tarihsel olarak ikili bir yapıyla yaşamak zorunda kaldı. Resmi tarih, resmi olmayan tarih... Sağ kültür, sol kültür. Cumhuriyetçiler, karşı devrimciler. Laikler, laik olmayanlar. Nazım Hikmet, Necip Fazıl. Demokratik, otoriter. Avrupa yanlıları, statükocu ulusalcılar vs.</div><div align="justify"><br />Bu ikili yapı kurumsal ve süreklilik arz eden siyasetler üretmemizi mümkün kılmayan ana unsurlardan birisini teşkil etmektedir. Bu ikili yapı meseleleri kavramamızda da boşluklar oluşturmakta, aşk ve nefretin ötesinde mümkün alan bırakmamaktadır. </div><div align="justify"><br />Bir şeyin ya tarafı ya da karşıtı olmakla sınırlı bir ufukla hangi probleme karşı nasıl stratejik bir çözüm üretebiliriz?</div><div align="justify"><br />Siyasal yapının bu uçuk, patronajı yüksek ve parçalı yapısı Türk toplumunun önünü açmaktan uzak, hatta kazanılmış değerleri bile ters yüz edecek kadar sığ bir vasata sahip. Bunun en temel parametresi siyasi partilerin düşünsel ufuklarında bir toplum tasavvuru olmamasıdır. </div><div align="justify"><br />Türkiye özgüvenini kaybetmeden sorunları ile hesaplaşarak geleceğini inşa etmeli. Hükümetin toplumsal savrulmalara karşı bir önerisi ve bir çözüm düşüncesi yok gibi gözükmektedir.<br />Özellikle dış politikada gösterilen çok yönlü atak, aynı beceri ve kıvraklıkla iç siyasette gösterilemiyor.</div><div align="justify"> </div><div align="justify">Bunun en önemli nedeni iç siyasetin aktörlerinin mevzi ve pragmatik düşünmelerinden kaynaklanmaktadır. Tabi ki konu iç siyaset olunca hükümette bu pragmatizmden nasibini almaktadır. Kürt sorunu bu bağlamda konjonktürel ve üretilmiş bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.</div><div align="justify"><br />AB sürecinde 3 Ekim en kritik aşamalardan birisini oluşturmaktadır. 3 Ekim bir anlamda AB'nin hangi perspektifte ilerleyeceğinin de bir göstergesi olacak. AB, Avrasya kapısını güvenli ve açık tutarak stratejik bir vizyonu sürdürecek ya da ilerleme ve açılmayı keserek söylemleri ile ters düşerek meşruiyetini sorgulanır hale getirecek. </div><div align="justify"><br />Bu dinamik süreçte, Türkiye'nin hassasiyetini fırsat bilen terörist gruplar rahatlıkla uluslar arası oyunların taşeronları olmaktadırlar. Son günlerde Türkiye'nin çeşitli yerlerinde görülen hareketlilik, propaganda içeren taktik aksiyonlar şeklinde siyasal ve toplumsal ufkumuzu daraltmayı amaçlayan girişimler olarak dikkat çekmektedir.</div><div align="justify"><br />Terörle Mücadele Kanunundaki değişikliklerin AB dolayısıyla değişikliğe uğraması ve Türkiye'nin demokrasi söyleminden taviz vermemeyi ısrarla belirtmesi açık bir pozisyon oluşturmuştur. Bu pozisyonu bir zemin olarak görme yerine terörizm için fırsat olarak görmek son tahlilde ne Kürt sorunu olarak isimlendirilen soruna ne de hayaletlere yaramayacaktır. Buradaki en önemli konulardan birisi de AB'nin Kürt meselesini çeşitli bağlamlarda inceltmesidir.</div><div align="justify"><br />Bu inceltme faaliyeti Türkiye üzerindeki olumsuz düşünceleri de açık etmektedir. AB ülkelerinin Diyarbakır'a olan ilgisi, heyetlerin sürekli gelip gitmesi tüm bunlar inceltme faaliyeti olarak ortada durmaktadır.</div><div align="justify"><br />Provokasyon, toplumumuzun Süleyman Seyfi Öğün'nün deyişi ile vasıfsızlıkta eşitlenip kitle olarak kalması nedeni ile vücut bulmakta hiç zorlanmamaktadır. </div><div align="justify"><br />Hadiseleri aklıselimle değerlendirip doğru yaklaşımlar ortaya koymak daha zor ve sabır isteyen bir konudur. Tepkisellik düzleminde kalmayıp düşünce ve hukuk alanımızı geliştirmenin yoluna bakmalıyız.</div><div align="justify"><br />Faruk YAZAR<br /> </span></div>faruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-61399800766559465062007-09-20T02:13:00.000-07:002007-09-20T02:48:34.767-07:00TOPLUMU YOK ETME ARACI OLARAK MAGAZİN<div align="justify"><span style="font-family:trebuchet ms;"></span> </div><div align="justify"><span style="font-family:trebuchet ms;">Magazin pek çok vesileyle sürekli tartışma konusu olan güzel yüzlü derin bir hastalıktır. Medya mensupları magazinin ürettiği canavarlar üzerinden konuşurken sonuçta tavuk-yumurta ikileminde tıkanmaktalar. </span></div><span style="font-family:trebuchet ms;"><div align="justify"><br />İşin özü medyanın birincil beslenme kaynağının şiddet, kadın bedeni ve bunların bir karışımı olarak magazin olmasıdır. Kadın bedeninin medya açısından sonsuz bir önemi var. </div><div align="justify"><br />Özellikle Türkiye gibi kapalı toplumlarda her zaman ilgi odağı olacak yegane konu kadın bedeni olmaktadır. Kadın bedeni sadece medyanın iştahını kabartmamakta, aynı zamanda siyasette kadın üzerinden ideolojik çatışmalarını gerçekleştirmektedir.</div><div align="justify"><br />Siyasetin ve medyanın buluştuğu iktidar kavramı da kadın üzerindeki siyasetleri ve reytingi açıklamaktadır. Bu iktidar, Türkiye'de özellikle yaşama biçimlerine ve hayatlara geçirilmiş bir dizgin olarak kendini göstermektedir. </div><div align="justify"><br />Medya, magazin aracılığı ile çocuksu, gerçeksiz, vulgar bir yaşama formu üretmektedir. Ekranlardan yansıyan simülasyonlar, insanın nereden gelip nereye gittiğini sorgulayamayacak bir düzenek üretmektedir. </div><div align="justify"><br />Magazin medyasının seviyesizliği nihayet son zamanlarda dibe vurdu. Dinî konuların bile magazin malzemesi olarak ele alınması ekrandaki aktörlerin insan, varlık ve hayat hakkında hiçbir meselesi olmadığını göstermektedir.</div><div align="justify"><br />Popüler kültürün bir biçimi olan magazin, esasında gazetecilik mesleğinin utanılan bir dalıdır. Bu alanda haber üreten insanların toplumsal hiçbir kaygılarının olmadığı bir gerçektir.Televole, televizyon aygıtının Türkiye'de ürettiği en dehşetengiz silahlardan birisidir. Bazı düşünürler kamerayı insana çevrilmiş bir silah olarak görmektedir. Bu silahı kullananlar muhakkak bir denetimden geçmelidir.</div><div align="justify"><br />İkon haline gelmiş türkücüler, mankenler, her akşam bir kanalda boy gösteren tek özelliği şirinlik olan din âlimleri, topluma çevrilmiş ciddi birer silahtır.</div><div align="justify"><br />Kitle iletişim teorilerinde klasik yaklaşımda magazin toplumun deşarj olmasını sağlayan bir ihtiyaç olarak görülmektedir. Şüphesiz magazin basını da böyle bir yaklaşımla kendini savunuyor. Onlara göre toplum sürekli karnı aç bir kazandır. Magazin kendini bu sonsuz iştahı beslemekle görevli hissetmektedir.</div><div align="justify"><br />Televizyon haberleri artık magazinel bir hikâye olarak kurgulanıyor. Dram haberleri kurgulanıp güzel bir fonla servis ediliyor. İnsanın televizyon denilen sihirli kutu karşısında izleyici olarak kalması, onu eşya ve hadiselere karşı edilgen kılmakta ve hayata müdahale mekanizmalarını sabote etmektedir.</div><div align="justify"><br />İzleyici olmanın, insanı duyarsızlığa ve simülasyonlara mahkum eden bir yapısı var. Bu gerçek dışılık içinde insanlar, yalnız, mutsuz ve profan bir hayatla karşı karşıya kalmaktadır. </div><div align="justify"><br />Magazin bu gerçek dışılığın en ilginç boyutunu sergilemektedir. Üzerinde çok laf edilen fakat tartışmaların bir yere varamadığı güzel yüzlü derin bir hastalıktır magazin. Toplumsal değerleri yok etmenin en işlevsel aracıdır aynı zamanda. Bir magazin fenomeni oğlunun ölümüne şehit yakıştırması bile yapmıştı. Bu hastalığın insan benliğinin kirli yüzü ile bir akrabalığı da söz konusu.</div><div align="justify"><br />Türkiye'de magazinin kendi mağarasına çekilmesi için, yüksek ve nitelikli kültürün hakim olması gerekmektedir. Bunun önünü açabilmek de hafızamızdan bir türlü silinemeyen görkemli geçmişimizle yaratıcı bir temas kurmamız ve geleceğe dair fikirlerimizin ve rüyalarımızın olması ile ilgilidir. Bu simülasyonu çözmenin zamanı gelmiştir.</div><div align="justify"><br />Faruk YAZAR<br />2005<br /> </span></div>faruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606917954994202458.post-49338237025692711332007-09-20T02:08:00.000-07:002007-09-20T02:13:29.294-07:00ESARETİN BEDELİ: "UMUT İYİ BİR ŞEYDİR"<div align="justify"><span style="font-family:trebuchet ms;"></span> </div><div align="justify"><span style="font-family:trebuchet ms;">Sinemanın öyküyü görsel bir şölene çeviren büyülü bir yapısı var. Kurgu, insan tahayyülüne yeni yollar açıyor. Sinematografik kurgu gerçekliğin kavranılmasını hem boyutlandırarak çoğaltıyor hem de gerçeğin bulandırılmasına olanak tanıyor. Böylelikle gerçek ve hayal arasındaki farklar belirsizleşiyor.</span></div><div align="justify"><br /><span style="font-family:trebuchet ms;">Kurgunun en ilginç sonuçlarından birisi kuşkusuz George Orwell'in 1984 adlı romanında geçen paranoyaların günümüz modern batılı devletlerinde karşılık bularak üretilmesidir.<br />Kurgusal gerçekliğin gerçekle olan etkileşimi anlamların yer değiştirmesine de neden olmaktadır. Bir bakıyorsunuz romanlar ve sinema hayatı etkiliyor ve toplumsal yaşamı yönlendiriyor.</span></div><div align="justify"><br /><span style="font-family:trebuchet ms;">Bir taraftan da hayatın karmaşık yapısı kurgusal gerçekliğe sığamayacak kadar girift bir labirent olarak karşımıza çıkıyor. Sonuçta çok yönlü bir etkileşim nedeni ile postmodern yapılar ortaya çıkıyor. </span></div><div align="justify"><br /><span style="font-family:trebuchet ms;">Bazı filmler karmaşanın dışında, insanı kavramaya çalışarak unutulan ya da farketmemizi zorlaştıran değerleri öne çıkartıyor. Bu filmlerden "Esaretin Bedeli" umuda yüklediği anlam açısından üzerinde durulmayı gerektiriyor.</span></div><div align="justify"><br /><span style="font-family:trebuchet ms;">Frank Darabont'un yönettiği "Esaretin Bedeli" umut, inanç, kararlılık gibi kavramların bir açılımı olarak dikkat çekici bir özellik taşıyor. Genç ve başarılı bir banker olan Andy Dufresne karısını ve sevgilisini öldürmek suçu ile ömür boyu hapse mahkum edilir ve Shawshank hapishanesine götürülür. Bu hapishanede 20 yıl kalır. Hapishanede tanıştığı Ellis Redding'le (Morgan Freeman) sıkı bir dostluk kurar. </span></div><div align="justify"><br /><span style="font-family:trebuchet ms;">Dufresne hapishanede kısa zamanda farklı davranış tarzı ile dikkat çeker. Film klasik bir hapishaneden kaçış öyküsü temeline dayanıyor. Shawshank hapishanesi sıkı korunan ve müebbet ceza alanların kaçmayı pek düşünmedikleri bir hapishanedir.</span></div><div align="justify"><br /><span style="font-family:trebuchet ms;">Filmdeki karakterlerden yaşlı Brucks hapishanede o kadar uzun yıllar kalmıştır ki, Shawshank'i ve kütüphaneyi evi gibi görmektedir. Nitekim Brucks dışarıya çıktığında evinden ayrılıyor olmanın üzüntüsünü taşımaktadır. İnsanın intibak kabiliyeti ve nesnelerle ünsiyet kurabilme özelliği belki de en önemli özelliklerimizden birisidir. Cast Away filminde Tom Hanks bir beyzbol topuna bağlanıyordu. </span></div><div align="justify"><br /><span style="font-family:trebuchet ms;">Issız bir adada tek başına yıllar geçirmişti. Bir topa göz ve ağız resmi çizerek, ona bir isim vermiş ve onunla arkadaşlık yapmaya başlamıştı. Hayatta kalmak ve umudu çoğaltmak için o beyzbol topu ile ünsiyet kurmuştu. </span></div><div align="justify"><span style="font-family:trebuchet ms;"></span> </div><div align="justify"><span style="font-family:trebuchet ms;">Bağlanmak en temel insani gereksinimlerden birisi... Yaşamak ve umudu sürdürmek için... Brucks da yaralı kuşuna ve hapishaneye bağlanmıştı. Bu sayede hayatını sürdürebiliyordu.</span></div><div align="justify"><br /><span style="font-family:trebuchet ms;">Filmde birkaç sahnede çok önemli diyaloglar geçiyor. Dufresne, Ellis'e "buradan kaçmayı hiç düşündün mü?" diye soruyor. Ellis de "hayır" yanıtını veriyor ve bunun imkânsız olduğunu vurguluyor. Dufresne, "neden olmasın" diyor ve ekliyor: </span></div><div align="justify"><span style="font-family:trebuchet ms;"></span> </div><div align="justify"><span style="font-family:trebuchet ms;">"umut iyi bir şeydir. İnsanı yaşatır."</span></div><div align="justify"><br /><span style="font-family:trebuchet ms;">Filmin anlatımındaki temel söylem, katı realitenin imkânsız gibi görünen yüzünün bütünüyle gerçeği yansıtmadığını ortaya koymak olarak beliriyor. İlgilerini, yeteneklerini ve bütün gücünü imkânsız gibi görünen bir amaca adıyor.</span></div><div align="justify"><br /><span style="font-family:trebuchet ms;"> Sonuçta Dufresne herkesi şaşırtacak bir şekilde küçük bir keski ile kazdığı tünelden kaçıyor. Bazı filmlerin izleyiciyi her zaman çeken gizil bir yönü vardır. Bu filmlerin kimi sekansları varoluşsal bir tema üzerinden hayatı kavrayan ve insanı kendisi ile buluşturan bir yapıya sahiptir. "Esaretin Bedeli" filminde umudun ekmek su kadar önemli olduğu vurgusunu görüyoruz.</span></div><div align="justify"><br /><span style="font-family:trebuchet ms;">Umut etmek insan varoluşunun dokusunu oluşturan çok önemli bir unsur. Bir rüyayı gerçek kılma ihtimalinin tutkusu hayatı yaşanılır bir hale getiriyor. Her şeyi fizik gerçeklikten ibaret sayan ve hayatı tek bir gerçek ve boyutla kavrayan aklın yolu umudu gerçek anlamda kavramaktan çok uzak. </span></div><div align="justify"><br /><span style="font-family:trebuchet ms;">İmkânsız denilen pek çok şeyin aklımızın çizdiği basit sınırlar olduğunu göremiyoruz. İnanmak bunun için büyük bir hazine olarak karşımıza çıkıyor. Kendini aşmak düşüncesi inanmakla ilgili bir kavram. Kendini aşmak eğilimi umudu daha anlamlı bir yere taşıyor. Belki de en çok umuda ve düşlere ihtiyacımız var. Bir düşten daha gerçek ne olabilir ki...</span></div><div align="justify"><br /><span style="font-family:trebuchet ms;">Faruk YAZAR<br />2005<br /> </span></div>faruk yazarhttp://www.blogger.com/profile/09881661469842153618noreply@blogger.com1