28 Nisan 2008 Pazartesi

GEÇ KALMAK...

Serin ıslak ve yorgun bir şehre sabahın ilk ışıkları ile kara bir tren giriyor. Karanlığın tortusu henüz sabahın kıvılcımlarından ayrılmaya başlarken yollara düştü. Bir tan kızıllığı doluyordu içine. Karanlığı yutan sis genzini yakıyordu. Yol boyunca kader üzerinde düşünmüştü. Yol ve kader. Kader bir yolun başlangıcı ya da kendisi olabilirdi. Yol, insanın kendi serüvenini yaşama çabası olabilir miydi?

Ufka bakarken kendi varlığını düşünmeden edemiyordu. Varolmak başlı başına ağır bir sorumluluktu ona göre. Örneğin şu kocasından yeni ayrılmış orta yaşlı kadın. Neden onun kaderi bir ömür tahammül etmek üzerine kurulu diye geçirdi içinden. Ya şu ihtiyar adam. Neden yüzünde bu dünyada olmaktan hiç memnun olmadığını haykıran bir eda var. – Su alır mıydınız ? – Teşekkür ederim.

Günlerdir alnında sürekli bir ağrıyla dolaştı. Hep aynı saatte akşamın en tenha anında alnına bir ağrı saplanıyordu. Yola koyulmadan önce ağrı kesici almayı düşünüyordu. Düşünmekle kaldı. Aç ve yorgun trene zor attı kendini. Yola koyulmak her zaman büyük bir heyecandı onun için. Pencereden bakarken içini yaralayan şarkılar akıyordu yol boyunca. Ölmeye ve yaşamaya aynı ölçüde meyilli olmak kaderi daha derin sorgulamasına neden oluyordu.

Şehre indiğinde geniş caddelerden evinin sokaklarına kederli bir gölge gibi düşerdi. Martı seslerini duyuyordu gün ağarırken. Nihayet sahil yoluna gelmişti. İskele, uzaktan bir resim, bir şiir gibi duruyordu.

Yola koyulurken gidip gitmemekte kararsızdı. Her yola koyuluşunda bir geç kalmışlığın acısını alıyordu bahtına. Vaktinde söylenmemiş bir sözün, zamanında yaşanılmamış bir baharın, vakti geldiğinde koklanmayan bir gülün, tam konuşacakken derin bir suskunluğa saplanmanın ne anlamı vardı?

Mutluluk, eski bir dostun bir süreliğine emanet bıraktığı kavranamayacak bir şeydi. Bir resmi var idiyse mutluluğun hiçbir istasyonda, hiçbir iskelede ve hiçbir peronda bulunamıyordu. Gidilen her ülke ve her şehir içindeki yokluğu daha da derinleştiriyordu. Oysa aramakla bulunduğuna inanırdı. Her arayanın bulamayacağını bilse de kendisini bulamamış olarak kabul edemiyordu.

Elinde içki şişesi ile bir sarhoş – abi bi sigara versene? Yüzüne bakmıyordu. Hemen bir sigara uzattı. Sarhoş bir şarkı mırıldanıyordu: “Bir içten bakısına delice tutulmuşum, esrarlı gözlerine gönülden vurulmuşum…” Bir ömre yetişememek, bir hayale yetişememek, fecre kavuşamamak… Düşüncelerden kaçamıyordu. Varlığını kanıtlayacak bir sevinç bulamaz mıydı? Bir yolcu menzile ulaşamadığı sürece yoldadır dedi sonra.

Kimseler uyanmadan gençliğinin geçtiği sokaklarda yürüdü. Aşkıyla çarpıldığı kızın evinin önünde uzun bir süre kaldı. Bir ince yağmur sokağın sessizliğini bozuyordu. Ayın ışıkları camlara yansıyordu. Pencereden bir per-i suret çıkacakmış gibi hissediyor ve irkiliyordu. Aşk çarpılmaktı onun için. Varolmanın derin hayranlığıydı aşk. Bir mahcup edanın zülfü peşi sıra kaybolmuştu yıllar…

Gün ağarırken usulca şehri terk ediyordu. Kader hangi yolu seçtiğimizle ilgili bir tercih miydi? Yoksa kendi gerçekliğinin üstünde onu sürükleyen bir güç müydü? Yol bütünüyle bir sorgulama ve arayıştı onun için. Kalmak…
Güneşe doğru giden kervana yetişememek. Yol ve kader. Hikayenin serüveni…Bir hayalet gibi sokaklarında dolaştığı bu şehirden yaprakların sırtını okşayan bir rüzgar gibi ayrılıyordu. “Ah nice bir uyursun uyanmaz mısın / Göçtü kervan kaldık dağlar başında… Çağrışı tellallar inanmaz mısın / Göçtü kervan kaldık dağlar başında / Emr-i hac göçeli hayli zamandır / Muhammed cümleye dindir imandır / Delilsiz gidilmez yollar yamandır Yunus sen bu dünyaya niye geldin Gece gündüz Hakkı zikretsin dilin / Enbiyaya uğramaz ise yolun / Göçtü kervan kaldık dağlar başında ”
Faruk YAZAR
Mart 2008 İstanbul

10 Nisan 2008 Perşembe

OMO : KİRLENMEK GÜZEL Mİ ?

Unilever’in önemli markalarından OMO, Türk halkının 43 yıldır yakından tanıdığı bir ürün. Sürekli kendini yenileyen ve düzenli bir iletişim kuran OMO, tüketicilere sağladığı yeniliklerle de hep zirvede oldu.

OMO, deterjan piyasasında iletişime önemli yatırımlar yapan bir marka olarak kendini gösteriyor. OMO, 2004 yılında farklı bir konsept geliştirerek, diğer markalardan belirgin bir şekilde farklılaştı. Yeni konseptte daha önce kullanılan” "Çamaşırdır kirlenir, çocuklar böyle öğrenir" sloganı yeniden yapılandırarak kirlenmenin güzel olduğu fikrini öne çıkarttı.

Reklam kampanyasında, kirlenmenin çocukların özgürce büyümeleri için şart olduğu vurgulanıyordu. Televizyon reklamlarında neşe içinde üstü başı kirlenen çocuklar yer alıyor ve kirlenmenin bir hak olduğu belirtiliyordu. Buraya kadar her şey güzel.

Bir marka rakiplerinden farklılaşmak için kendisine çok farklı bir konumlandırma seçip iletişim yapıyor. Özellikle “kirlenmek güzeldir” mesajı güçlü bir farkındalık oluşturuyor. Fakat OMO’nun “kirlemek güzeldir” mesajında eksik hatta sorunlu birşeyler olduğunu düşünüyoruz.

Bir deterjan markasının kirlenmenin güzel olduğunu söylemesi yeteri kadar ikna edici değil. Bu sözü bir STK söylese ve dillendirse eminim daha inanılır olurdu. Peki OMO böyle bir mesajı benimseyemez mi?

Mesaj ve marka arasında çabuk fark edilemeyen ama fonda kendini gösteren bir eksiklik bir boşluk var. Mesaj ve marka tam anlamıyla örtüşmüyor. Bu durumun nedeni belki de mesajın güvenilirliği olgusudur. Şimdi OMO’nun “kirlenmek güzeldir” sloganını açıkladığı şu metni okuyalım:

”Bırakın çoçuğunuz kişisel gelişimi boyunca özgürce öğrensin; öğrenirken keşfetsin; varsın keşfederken üstünü başını kirletsin. Çocukların üstlerini kirletmeleri onların kişisel gelişmelerinin çok doğal bir sonucudur. Önemli olan kir değil, çocuğunuzun kazandığı deneyimdir. Siz kiri hiç dert etmeyin; çünkü OMO varsa, kirlenmek güzeldir."

Algılar gerçektir diye düşünürsek, genel olarak kirlenmek kötü bir şey olarak algılanır. Bu algıyı bir kampanya ile tersine çevirmek ne kadar mümkün? Bu algının değişebileceğini varsaysak bile mesajın güvenilirliği sorunu karşımıza çıkıyor.

Kirlenmek güzeldir diyen bir deterjan markası. Kirlenmek güzeldir derken, daha çok kirli elbise, daha çok deterjan, daha çok satış akla geliyor. Bu zincirin içinde mesajın tüketici de bir güven oluşturması zor olsa gerek. Bazı iletişimciler bu kampanyanın çocukların özgürlüklerini geliştirici ve tabuları yıkan bir yönünün olduğunu söyleyecektir. Omo’nun Böyle bir çaba içinde olduğunu bizde düşünüyoruz. Fakat bu konseptin marka ile bütünlüğü açısından eksik bir şeyler olduğu da aşikar.

Anadolu’da herhangi bir ev kadınını kirlenmenin güzel olduğuna ikna edemezsiniz. Çocukların kirlenmesinin kötü bir şey olmadığını söylemek oldukça önemli bir fikir. Fakat bunun ifadesi ‘kirlenmek güzeldir’ olmamalı.

Türkiye’nin kültürel kodlarını ve sosyo ekonomik dağılımını dikkate alırsanız böyle bir mesajın OMO’nun istediği gibi algılanma olasılığı çok zayıftır. OMO’nun reklam kampanyalarında özellikle tv reklamları dikkat çekiyor. Tv reklamlarındaki çocuklar ve kirlenmek güzeldir fikri yabancı bir tonda sunuluyor. Bu topraklara dair bir şey söylenmiyor. Çocukların kirlenmesi kötü değil ama bunu nasıl anlattığınız ve kime söylediğiniz çok önemli.

Faruk YAZAR
Stratejik İletişim Danışmanı
09 Nisan 2008 Çarşamba