30 Ekim 2008 Perşembe

SİVİL TOPLUM YENİ ANAYASA İÇİN HAREKETE GEÇMELİ

Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın anayasa değişikliği talebi bir süredir raflarda bekletilen sivil anayasa çalışmalarını tekrar gündeme getirdi. Fakat Haşim Kılıç’ın önemle vurguladığı Anayasa reformu, gerek siyasilerden ve gerekse sivil toplum kuruluşlarından gereken ilgiyi görmedi. Türkiye, kapatma krizi ile büyük bir siyasi belirsizliğin içine sürüklendi. Sonuçları çok boyutlu olacak bir kriz, optimum bir yol bulunmaya çalışılarak bertaraf edilmiş oldu.

Anayasa Mahkemesi’nin AK Parti’yi kapatmama kararı alması ülkeyi rahatlattı. Fakat yaşanan bu süreç bu tür krizlerin tekrarlanmaması için köklü bir anayasal reforma ihtiyaç duyulduğunu açıkça gösterdi. Bu sebeple, 14 Mart ile başlayan sürecin bu açıdan iyi analiz edilmesi, Türkiye’nin geleceği açısından son derece önemlidir. Aksi takdirde siyasal sistemimizin, demokrasimizin benzer krizleri tekrar yaşaması kaçınılmaz olacaktır.

Mahkemenin AK Parti’yi ‘laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak’la nitelendirmesi, üzerinde dikkatle durulması gereken konulardan birisidir. Şüphesiz, Mahkeme üyelerinin bu tespiti yeni süreçte Hükümetin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi her an kendisini hissettirecektir. On üyenin AK Parti’nin odak olduğuna dair tespiti krizin aslında bitmediğin bir işareti olarak değerlendirilmeli ve bir rehavete kapılmamalıdır. Anayasa Mahkemesi Başkanının altını önemle çizerek yaptığı bu uyarı da durumun en önemli işaretidir. Seçimler öncesi vaad edilen sivil anayasa konusunda, bu kritik dönemeçte yeni bir konjonktür oluşmuştur. Bu konjonktürü en az hükümet kadar, kanaat önderleri ve sivil toplum kuruluşları da iyi değerlendirmelidir.

Sivil anayasa için hükümetin gerekli girişimlere yeniden başlamaması ve harekete geçmemesi gerekli dersin çıkartılmadığı izlenimini vermektedir. Son zamanlarda geniş kapsamlı bir anayasa değişikliği paketi dillendirilmektedir. Bugüne kadar birçok kez değiştirilen ve özellikle AB uyum yasaları çerçevesinde neredeyse üçte ikisine yakını değiştirilen 1982 Anayasası, bundan sonra da ne kadar değiştirilirse değiştirilirsin karakteri ve ruhu dolayısıyla Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır. Yapılacak Anayasa değişiklikleri ile yetinilirse Türkiye’nin demokratikleşme süreci hız kazanmak yerine yavaşlama yoluna girecektir.

Sivil anayasanın yeteri kadar konuşulmaması demokrasimiz adına düşündürücüdür. Müesses nizamın baskıları karşısında Türk toplumu ölüm gösterilerek sıtmaya razı edilmeye çalışılmaktadır.

TÜRKİYE’NİN NORMALLEŞMESİ SİVİL BİR ANAYASA İLE OLABİLİR

Türkiye’de şimdiye kadar yapılan anayasalar hep olağanüstü dönemlerin koşullarında ve bürokratik elitler tarafından hazırlanmıştır. Bu durum devlet ve halk arasında kopukluklar oluşturmuş ve toplumu tepeden yönetme anlayışının sonucu olarak toplumun talepleri gözardı edilmiştir.

Türkiye’nin normalleşmesi ve siyasal sistemin daha demokratik bir düzene kavuşması için demokratik açılımlara ihtiyaç var. Bunun yolu da sivil özgürlükçü bir anayasa yapmaktan geçmektedir. Yeni Anayasa, daha fazla katılımcı, temel hak ve özgürlükleri tam olarak güvence altına alan, anayasa kavramlarının somut ve kesinlik taşıdığı, hukuki boyutu ön planda olan bir toplumsal sözleşme olmalıdır.

Sivil anayasa taslağı Türkiye’nin önünde yeni bir ufuk açmıştı. Bu taslakla, Türkiye tarihinde ilk defa toplum olarak sivil bir anayasa yapma fırsatını buldu. Fakat kısır siyasi tartışmalar nedeniyle sivil Anayasa çalışmaları raflara kaldırıldı. Kapatma davası ile son yaşadığımız siyasi kriz, anayasa reformunu gerçekleştirmek için tarihi bir fırsattır. Türkiye ekonomik, siyasal, sosyal kalkınmasını ancak özgürlükçü ve insanı öncelikli tutan bir anayasa ile gerçekleştirebilir.

Türkiye, yeni bir anayasa yapamadığı için büyük krizlerle karşı karşıya kaldı. Muhalefet bu süreçte engelleyici bir tutum içinde oldu. Konuya, muhalefet partilerinin yaklaşım biçimi dikkate değer bir diğer önemli konudur. Siyasetin görevi, toplumsal ihtiyaçları doğru politikalarla karşılamaktır. Bu görevin yerine getirilip getirilmediği çok yönlü olarak sorgulanmalıdır.

Yeni bir anayasa yapımı sürecinde sivil toplum da gereken inisiyatifi gösteremedi. Bazı iyi niyetli çabalar dışında etkili bir çalışma ortaya konulamadı. Halbuki sivil toplum kuruluşları yeni bir anayasanın en önemli savunucusu ve etkin aktörü olmalıdırlar.

Sivil toplum, Anayasa mahkemesinin kapatma davasının sonucunda aldığı kararı iyi okuyarak hükümeti yeni bir anayasa yapmak için harekete geçirmelidir. Sivil toplum kuruluşları yeni anayasa için ortak çalışmalar yaparak geniş bir platform oluşturmalı ve tüm toplum kesimlerinin katılımını sağlayarak toplumsal mutabakatı oluşturmaya çalışmalıdır.

Yeni anayasa ile ilgili çalışmaların tekrar ivme kazanması ve gündemdeki yerini yeniden alması gerekmektedir. Zamanında atılmayan adımların bedelini Türkiye, her an yeni bir kriz yaşama tehlikesi ile ödeyecektir.

Türkiye’de toplumsal hayatın huzur ve barış içinde olması için reformların kararlı bir şekilde yapılması artık kaçınılmaz bir ihtiyaç olmuştur. Bu reformların başında sivil anayasa gelmektedir. Sivil inisiyatife bu süreçte önemli sorumluluklar düşmektedir. Yeni anayasa çalışmaları sadece siyasilere bırakılamayacak kadar önemli bir konudur. Türkiye artık kaçan fırsatların peşinde koşan ve enerjisini boşa harcayan bir ülke olmamalıdır.

Faruk YAZAR

16 Haziran 2008 Pazartesi

BİR DÜNYA HAYALİ KURMAK

Kokusu rengi ve görünüşü ile pırıltılı bir dünya tasavvur ediyorum. Biliyorum ki hayal etmek insanı diri tutar. Bir anlatı olarak kuru bir üsluba sıkışmış, doya doya çağlayamamış bir hayat hangi suyun sakası olabilir. Özgür ve dingin bir “ben”le, kaldığım yerden yeniden başlamak isterdim. Yeniden ufka bakıp yürümek gücünü hep bulabilmek ve asla geride kalmadan yürümek isterdim. Benim dünyamda baygın ve zarif güzellikler olmalı…Güzellikler dedimse bu dünyanın içinde hep güzellik saklamak isterdim. Kadını güzel, şehri güzel, söyleyişi ve bu dünyada bulunuş biçimi ve nedeni güzel bir estet anlayışı…benim dünyamda narin kuşlar ve yapraklarından aşk akan güller ve karanfiller olmalı.

Zihnimizdeki o berrak hayalin menbaı cennet olsa gerek. Orada şerre ve çirkinliğe yer yok. Pek sevilmek, pek sevmekle, o da pak olmakla ilgili olsa gerek. Pak pir-u pak…Pırıl Pırıl…Pırıl Pırıl olan şeyin insanın içini titreten bir tadı vardır. O tad insana varoluşun ne denli yakın olduğunu gösterir…

Pir-u pak tadı birde aşk duygusunu kırgın ve mahsun ikileminde bulmak mümkün. Seversin ama sevgin mahçup bir hayaldir. Sevgi, gerçeklik boyutunda ise insana o tadı daha iyi duyumsatabilir. İnsan sevince kimi şeylerin değerini farklı bilir. Bilmenin kanaatimce çok boyutu var… Yaşamakta bir bilme halidir. Bir yerden okuyup öğrenmekte…Ben aşkı şiirlerde ve şehirlerde değil, ruhuma saplanan bir edada buldum.

Yaşamın dokusunu hayat bilgeliği ve yaşam sanatı ile doldurmalı…

Bu dünya bir eyleşme ve bir sınav yeri olarak gösteriliyor. Birde teyakkuz içinde kalmamız gerekiyor.Umut ve korku arasındayız. Yani bu arasatta kalmışlık duygusu aslında ruhlarımız için hiçde yabancı değil. Oysa içimizdeki sonsuzluk duygusu sonsuz güzellikler ve sonsuz sevgiler arıyor. Ölünce sonsuz ölüyor.Yaşayınca pek kısa yaşıyoruz. Uzun bir rüya göremiyoruz bu yüzden. Yarım kalmaya mahkum gibi bütün özlemler. Özlemek aslında bitmeyen bir şeyi murad etmek demek.Oysa insanın elinde olan pek çok şey bitiyor…Geriye bir bilinç ve duygu kalıyor…

Toprağın nisan yağmurları ile sonsuz bir valse kalktığı bir anda müthiş bir özlemle sarılmak isterdim aşka…ıslanmak, ıslanmak ve doyasıya toprağın,çiğdemlerin,iğdelerin, kır çiçeklerinin ve sevgilinin dudaklarında kalmak isterdim.

Yarın korkusu bu günü hep gölgelemiştir. Bu yarınları bir yarın, korku öznesi olmaktan çıkartmalı. Korku damla damla biriken bir şey…Bunu biriktirmeyi hiç istemedim.

Korkusuz, tasasız esenlik dolu mavi bir tebessümde kalmak isterdim. Bu tebessüm sevginin ve cesaretin ve asaletin yüzünde manalı bir hayat olarak kalsa isterdim.

Faruk YAZAR
2006

12 Haziran 2008 Perşembe

İstanbul’da nihavent bir akşam...

Sadri Alışık’ın Ah Güzel İstanbul filminin içine düşmüş gibi derin bir rüyanın ortasında buldum kendimi… İstanbul kendini en çok ışıltılı caddeleri ve evlerinin silüetinde geceleyin gösteriyor. Bir rüya şehir ama dokunulamayan yaşanılamayan… Her meftun kendine açılacak bir hayali bekliyor burada…

Haliç’in çiçeklerle bezenmiş köşesinden, nedim'in şarkılarının duyulduğu sadabad güzergahından eski istanbul’a doğru yürüyorum... Akşam oldu mu İstanbul insanın üstüne ağıyor....Fener vapuruna atlayıp insan bu güzelliğin içinde kaybolmak istiyor …Bir nihavent şarkı gibi İstabul'da vapurlar ve boğaz…

Bense eleğimsağmaları düşünerek, yol imgesinin içinde bir gergef dokuyorum. Sahilde tek başıma yürürken yalnızlığımı ve yokluğu duyumsatmayan varlık hasreti ile sessizce yürüyorum….

Sanki eski istanbul’un içine girmeme ramak kalmış gibi zarif ve güzel insanların yaşadığı evleri, sokakları arıyorum. Bilmediğim ne çok şey var diyerek hayretimi büyütüyorum. İstanbul’u ve aşkı düşünmek, derin bir estetik mutluluk veriyor. Bizim mutluluklarımız rüyaların üstüne yazılmış kelimelerden oluşmuş…

O kadar çok erteledik ki hayatı… dokunamadığımız rüyalar şarkılardan çıkıp kalbimize bir mumun titrekliği ile düşüyor: “gerçeklerden biraz kaçıp hayale daldık hayalde de mutluluğu bulamadık ki....”

Akşamleyin eve girerken birden kapıdan koşarak minik bir çocuk çıktı. Neşe içinde bana doğru koştu.. Bir an baba diyecekmiş gibi geldi.... Küçük bir çocuğun mutluluğun resmine ait bir figür olduğunu bilmezdim. Bilmezdim niçin çırpınarak koşar bir çocuk. Bilmezdim mekanlar ve insanlar sevgi ile varolurmuş….

Vapurlar usulca kıyıya yanaşırken Nazım’ın nasıl bir hasretle vapuru okşadığını düşündüm bir an. Sevgi ne kristal bir duygu ki insana estetik bir hususiyet katıyor…Balat ve Eminönü’nü boydan boya çevreleyen sahil… Balat’tan geçerken pencereden Asiye’nin bakacağını umarak kafamı bu şiirsel sokaklara çeviriyorum.

Bazen içimdeki romantik coşkuyu durdurmak için başımı öne eğip kaldırımlarda kayboluyorum… Yalnızlığın farkında olup da evrenle yine de uyumlu olmaya çalışmak...

Gece üstümüze eğilirken içimize dolan bir yokluk duygusu uykularımızı sessizce kaçırıyor. Bir varoluş tefekkürüne boğuyor, günlerin karanlıkta hatıra olarak kalması… Işıltılı caddelere atıyorum kendimi. Bir yer vardır belki kendini hiç duyumsatmayan, metafizik acıların olmadığı…Hiç kaybolamıyorum. Nereye gitsem her şeyin ortasında oluyorum. Bir damla mutluluk, bir varlık neşesi, bir tutam sevgi donatırdı yarım kalan şehrayinimizi…


Faruk YAZAR
26.09.2007, İstanbul

2 Haziran 2008 Pazartesi

MECLİSTE DE TENHÂDA DA HER YERDE GÜZELSİN

Bir bahar sabahı olmalı. Serçelerin, ezan seslerinden sonra bir şarkıya tutuşmaları ile şehrin yüzünde yeni bir çehre daha açılıyor. Bir adam bir güle dokunurken ağlıyor inceden. Gürül gürül bir yağmur yağıyor olmalı. Bir şehre giriliyor herkes uykudayken, herkes henüz dünyanın hergünkü dünya olduğunu düşünüyorken…

Bir duygu şehrin uzun caddelerine serilip rüzgarın koluna takılıyor. İçinden bir dünya kurma özlemi geçen düşüncelerle. Yıldızlı gecelerde sonsuz bir his kapıyı çalıyor. İşte “o” İşte o duygu…Baktığı her güzelliğe sonsuzkere bakmayı özendiren, bir düş gibi gecelere dolan yıldızlara ve mehtaba gülümseten o duygu…O duygu, büyük bir coşkuyla hayran ediyor kendine…

Hayran olmak belki de bu dünyadaki en güzel duygudur. .Kalakalmak…Derin bir vecde kapılıp sonsuz bir rüzgarda yok olmak…serin mavi suların köpüklerinde nefes almak.. Nisan yağmurları bütün coşkusu ile gazeller eşliğinde toprağı kendisine aşık ediyor. Ve yağmurlar altında kaybolmak ıslanmış aşk cümleleri ile. “ateş-i aşkınla yandır kalbimi subhu mesa, çünkü hayran olmuşum ben bezmi elestte sana…” Güllere bir hal oluyor, sabah ezanlarıyla aşk derdinden terliyor beyaz güller…
“Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su”

Usulca düşüyor nazenin yapraklarından teri güllerin. Kız kulesi beyazlaşıyor bir vecd anını kollar gibi. Sessizlikle bölünüyor dua mırıltıları. Aşk gelip konuyor omuzlara…Serilip yaslanıyor uzun ve dalgın bakışlar serin sulara. Geniş avlulu camilerin kedileri konuşmaya başlıyor. Aşk olmasaydı böylesine hayran olmazdı insan…Dile gelmeyen bir söze çarpılıp kalıyor şarkılar. Bir umut bu kadar varolmayı istememişti…

Geceye yürünüyor olmalı, ilahi sesi duymak için zümrüt bir otağa doğru. Gece insanın içine kristal şehrayinlerle doluyor. Seccade izleriyle bir yıldıza gülümsüyor. İnsan en çok hayran olurken güzel diyor yıldızlar. Aşk kapı kapı dolaşıyor bir gece ansızın, güneş henüz güllerin tenine ışımamışken. Tek bir lamba yanıyor, bir bir sönen ışıkların içinde. Henüz uyutulmamış kandillerin altında sonsuzluğu hatırlatan bir endama şiirler yazılıyor. “Sonsuzluk elinde bir mavi tülbent, ok çekti yukardan üstüme avcı”

Bir mum yanıyor olmalı. Hafifçe bir rüzgar dokunuyor sonra ruhlara. Vecd anında susuyor. Belki susmamalı. Dili var idiyse aşkın şarkılara karışmış olmalı. Çünkü hayran olurken savrulurdu cümle tabiat. Yürürken peşi sıra kaybolurdu dünya. Heyecandan açmayı unuturdu erguvanlar. Nutku tutulurdu bir kalbe henüz değmemiş sözlerin. Gözlerinde dünya yeniden yorumlanırdı. Güller ve laleler başka türlü açardı konuşurken. Başka bir söz olurdu yaşamak. Bir al şale bürünüp kaybolurdu tam görünecekken. Bir türlü yetişilmezdi fecre kadar yürünse de. Yine de bir sözüne revan olup düşerdi yollara. Aşk henüz çıkmışken mehtaba…

Söylenmemiş sözler kalmış olmalı hayran olurken insan. Bir söz ki, aşk deyip ebedi sessiziliğe dalıyor. Sonsuzca sevmek, sonsuzkere kaybolmak, deryada bir sal aramamak…Aşk, bir kuyudan insana bakıyor.

Faruk YAZAR
02 Haziran 2008, İstanbul

28 Mayıs 2008 Çarşamba

MEDYA NASIL GÜNDEM OLUŞTURUYOR?

Gündem oluşturma kavramı, kamuoyu oluşturma sürecinin önemli bir aşamasıdır. Gündem oluşturmaya ilişkin çalışmalar bilişsel düzeyi yani farkına varma/vardırmayı temsil etmektedir. Kamuoyu oluşturma ise daha çok medya etkilerinin bütüncül bir sonucu olarak ve diğer unsurların (motivasyon, kanaat, algı vs.) oluşturduğu daha üst bir düzeyi ifade etmektedir. Halkla İlişkiler kuramcıları, (Grable, Vibbert) gündem oluşturmayı; “bir ya da daha çok insan bir duruma ya da algılanan bir soruna önem atfettiğinde bir gündem yaratılmış olur” şeklinde tanımlamışlardır.[1] Gündem ve kamuoyu oluşturma sürecinin ortak yapısını kitle iletişim araçlarının etkisi oluşturmaktadır.

Kitle iletişim araçlarının etkilerini inceleyen pek çok kuram geliştirilmiştir. 1920 – 1940’lı yıllarda medyanın etkilerinin çok güçlü olduğu düşünülüyordu. Bu dönemde propaganda çok kritik bir öneme sahipti. 1940 – 1960’lı yıllarda ise medya etkilerinin sınırlı olduğu düşüncesi ağırlıktaydı. Kitle iletişim araçlarının etkilerine ilişkin pek çok kuramsal çalışma yapılmış, fakat medyanın etkilerini bütünsel olarak ortaya koyan kapsamlı bir kuram henüz geliştirilememiştir. Bu durum resmi bütün ayrıntıları ile görmemizi engelliyor gibi olsa da şimdiye kadar yapılan araştırmalar, çok önemli veriler sunmaktadır.

Özellikle içerik analizi, göstergebilim, sosyal grup araştırmaları gibi alanlarda bilimsel çalışmalarının gelişmesi ile medyanın etkileri daha güçlü bir şekilde açıklanabiliyordu. İletişim teknolojilerindeki gelişmeler, küreselleşme ve sosyal bilimlerin çok hızlı bir şekilde gelişmesi ile medyanın etkilerinin sınırlı olmadığı aksine, toplumların davranışlarında, kanaatlerinde çok boyutlu etkilere yol açtığı tespit edildi.

1968 yılında bilimsel çalışmalar neticesinde gündem oluşturma kavramı kullanılmaya başlandı. Gündem oluşturma kavramı, 1968 yılında A.B.D’deki Başkanlık seçimlerinde medya gündemindeki konuların önemlilik sıralaması ile aynı konuların seçmenlerin zihnindeki sıralamasının araştırması ile tanımlanmıştır. Bugün gelinen noktada iletişim profesyonelleri gündem oluşturma yaklaşımını sofistike yöntemlerle kamuoyu oluşturmak ve siyaseti etkilemek amacıyla yoğun olarak kullanmaktadırlar.

Gündem belirleme yaklaşımı, kamuoyu oluşturma sürecinin en önemli aşamalarından birisidir.Vibbert, gündemlerin dört evreden geçerek geliştiğini söylemiştir. Bunlar: Tanımlama, meşrulaşma, kutuplaşma ve özdeşleşmedir. Medya gündemin iki yüzü arasında kutuplaşma yaratıp insanları birinden biriyle özdeşleşmeye zorlayarak bu son iki evrede aktif roller oynar.[2] Gündem oluşturma, medya etkilerinin ilk düzey etkileri içinde ele alınmaktadır. Bu aşamada istenilen konu ya da fikir hakkında “farkındalık / haberdar olma” sağlanır. Daha sonra bilgi edinme düzeyi gelir. Üçüncü aşamada ise tutum geliştirme düzeyine ulaşılır. Son aşamada ise davranış değişikliği sağlanır. Bu süreci bilişsel, duygusal ve davranışsal aşamalar olarak sıralamakta mümkün.

Gündem oluşturma kavramı özellikle Türkiye’deki medyanın siyasetle olan ilişkisi açısından incelenmeye değer önemli bir konudur. Türkiye gündemi nasıl şekilleniyor? Medya gündemini neler belirliyor? Kamuoyunun gündemi ile medyanın gündemi aynı mı? Bu ve benzeri sorular medya üzerine daha derinlikli bir şekilde düşünmemizi zorunlu hale getiriyor.
Kurt Lang ve Gladys Engel lang, gündem oluşturmaya yönelik erken dönemde şunları söylüyorlardı[3] : medya, kitlenin dikkatini belli noktalara zorla çeker. Politik insanların kamu imajlarını yaratır. Gazeteler sürekli kitle içerisindeki bireylerin ne hakkında düşünmeleri, bilmeleri ve hissetmeleri gerektiğini öneren nesneler sunarlar.

Medya kitlelere ne düşüneceklerini değil ne hakkında düşünmeleri gerektiğini telkin etmektedir. Basın bir konuya dikkat çektiğinde kitleler o konunun önemli olduğuna inanma eğilimi içine girerler. Dikkat çekilen konu farklı yayın organlarında da yer alarak mesajın tekrarlanarak pekiştirilmesi sağlanır. Eğer siyasi konjonktürün değiştirilmesi isteniliyorsa taraflar maniple edilerek “güvensizlik” ortamı oluşturulur. Daha sonra bu güvensizlik ve istikrarsızlığın sorumlusu olarak yıpratılmak istenilen hedef suçlanır.

Kitle iletişim araçları ile önce bir dünya imajı çiziliyor, ardından da çizilen bu imaj hakkında ne düşünülmesi gerektiği kitlelere empoze ediliyor. Bir başka deyişle üzerinde düşünülecek dünya da, bu dünya hakkında düşünülebilecek şeyler ve düşünme biçimleri de bir avuç insan tarafından tayin ediliyor.[4]

Türk medyasının gündem oluşturma yaklaşımı açısından nasıl bir profile sahip olduğuna bakmak için hafızamızı biraz yoklamamız yeterli. 1960 darbesinde medyanın kamuoyunu karikatür konularla (bebek davası, kıyma makinesinde kıyılan insan haberleri) nasıl yanılttığını görebiliriz. Gündem oluşturma ile ilgili en çarpıcı örneklerden birisi olarak, 28 Şubat darbesi sürecinde, medyanın kamuoyunu nasıl belli koşullara taşıyıp korku ve güvensizlik aşıladığını hatırlamak lazım. Türkiye’de medya gücü yanlış politik amaçlar uğruna bir tür silah olarak kullanılmaktadır. Bu yüzden 90’lı yıllardan sonra medyadaki gelişmeler çok hızlı bir şekilde ilerlemiştir. Sermaye odaklarının medya sahibi olma isteği her geçen gün artmıştır. Alternatif medyanın gelişmeye çalışması ve medyanın çeşitlenme çabalarına rağmen, merkez medyanın gücü ve etkisi aşılabilmiş değildir. Merkez medya kavramsallaştırması; kamuoyu oluşturma ve gündem belirleme gücünü temsil eden monopolistik medyayı ifade etmektedir. Doğan Grubu bu tanıma karşılık gelen en önemli medya gruplarının başında yer almaktadır.

Merkez medya kamuoyu ya da gündem oluşturmak istediğinde bir iletişim kampanyası lansmanı yapar gibi iletişimin çeşitli unsurlarını bütüncül bir şekilde kullanmaktadır. Özellikle köşe yazarları, bir fikri bir düşünceyi kamuoyuna benimsetmek için ısrarlı ve hedef odaklı yazılar yazmaktadır. Örneğin Hürriyet Gazetesi’nin“411 el kaosa kalktı” gibi bir manşet atması medyanın etkilerini incelemek açısından önemli ipuçları sunmaktadır. Hürriyet’in manşeti günlerce Başbakan’ın konuşmalarının ekseninde yer aldı. Şimdi burada dikkati çeken nokta; yasamanın almış olduğu bir karar karşısında medyanın kaos manşeti atması değil, tersine Başbakan’ın böyle bir konuya gösterdiği tepkinin tartışma olmasıdır. Medya ile medya mesajlarına maruz kalanlar arasında bir gösteren/gösterilen ilişkisi bulunmaktadır. Gösterenin konumu kendi içinden sorgulanamıyor.

Siyaseti yönlendirmek ve konjonktürü değiştirmek için medya çok önemli bir araç olarak kullanılmaktadır. Gazetelerde bir haberin verildiği yer, kullanılan fotoğraf, haberde kullanılan dil, haberin uzunluğu, kullanılan başlıklar gibi unsurlar aslında farkında olmadan bir kanaate zorlandığımızın ip uçlarıdır.

411 el kaosa kalktı derken toplumsal bir reaksiyonun oluşması için tüm stratejik kamular göreve çağrılmaktadır. Harekete geçirilen stratejik kamular siyasal konjonktürü yeniden şekillendirmek için sonraki gündemin ne olması gerektiğine kafa yormaya başlıyorlar.

Şemdinli, Hrant Dink olayı, ve Ergenekon operasyonlarında merkez medyanın tavrı incelenmelidir. Bu hadiselerin yeniden çerçevelenip, etkisi filtrelenerek nasıl yok sayıldığı ibretle hatırlanmalıdır. Medyanın bir olay karşısındaki tutumu, o olayı önemli ya da önemsiz bir konu haline getiriyor. Medya bir olayı yeniden çerçeveleyerek kamuoyunun dikkatini istenilen yöne çekiyor. Yeniden çerçevelemede, istenilen unsurlar öne çıkartılırken gösterilmek istenilen resmi ancak görebiliyoruz.

Türkiye’de siyasetin kimyasını bozan, kamuoyunun algılarını sürekli oynayan bir mekanizma var. Bu mekanizma Türkiye’nin siyasal ve sosyal değişim çabalarını engelleyen en güçlü engeldir. Medya, özgürlüklerin önünü açmaya çalışan, demokrasiyi savunan bir kurum olmaktan çok, simgeler ve zihniyetler üzerinde yürütülen tartışmaların odağını oluşturmaktadır.

Medyanın gündem belirleme sürecindeki yaklaşımı pek çok açıdan tartışılmayı gerektiriyor. Özellikle Türk medyası, toplumsal değişimin gerisinde kalırken, siyasetin alanını daraltan, demokrasinin ve özgürlüklerin önünde adeta set oluşturan bir görüntü vermektedir. Gerçek tartışmaların sümenaltında kalmasının nedeni de doğru gündemlerin oluşmamasından kaynaklanmaktadır. Gerçek sorunların/konuların tartışılamaması o sorunlarla baş etme yeteneğimizi de yok ediyor. Medyanın dayattığı gündem kamuoyunda suskunluk sarmalına dönüşüyor. Ve böylece neyin öncelikli olduğunu kavrayamaz bir hale geliyoruz.

Demokratik toplumlarda medya kamuyu denetleyen, kamuoyunun serbestçe oluşması için objektif olmaya çalışan bir kurum olarak düşünülmektedir. Ancak bu çok naif bir temenniden öteye gidemiyor.


Faruk YAZAR
Stratejik İletişim Uzmanı
27 Mayıs 2008


[1] Halkla İlişkiler ve İletişim Yönetiminde Mükemmelik, Rota Yayınları, James Grunig 2005 sh.163
[2] a.g.e sh.164
[3] İletişim Kuramları, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir 1994 sh.367
[4] Avcı Nabi, Enformatik Cehalet Rehber Yayınları, 1990 sh. 180

28 Nisan 2008 Pazartesi

GEÇ KALMAK...

Serin ıslak ve yorgun bir şehre sabahın ilk ışıkları ile kara bir tren giriyor. Karanlığın tortusu henüz sabahın kıvılcımlarından ayrılmaya başlarken yollara düştü. Bir tan kızıllığı doluyordu içine. Karanlığı yutan sis genzini yakıyordu. Yol boyunca kader üzerinde düşünmüştü. Yol ve kader. Kader bir yolun başlangıcı ya da kendisi olabilirdi. Yol, insanın kendi serüvenini yaşama çabası olabilir miydi?

Ufka bakarken kendi varlığını düşünmeden edemiyordu. Varolmak başlı başına ağır bir sorumluluktu ona göre. Örneğin şu kocasından yeni ayrılmış orta yaşlı kadın. Neden onun kaderi bir ömür tahammül etmek üzerine kurulu diye geçirdi içinden. Ya şu ihtiyar adam. Neden yüzünde bu dünyada olmaktan hiç memnun olmadığını haykıran bir eda var. – Su alır mıydınız ? – Teşekkür ederim.

Günlerdir alnında sürekli bir ağrıyla dolaştı. Hep aynı saatte akşamın en tenha anında alnına bir ağrı saplanıyordu. Yola koyulmadan önce ağrı kesici almayı düşünüyordu. Düşünmekle kaldı. Aç ve yorgun trene zor attı kendini. Yola koyulmak her zaman büyük bir heyecandı onun için. Pencereden bakarken içini yaralayan şarkılar akıyordu yol boyunca. Ölmeye ve yaşamaya aynı ölçüde meyilli olmak kaderi daha derin sorgulamasına neden oluyordu.

Şehre indiğinde geniş caddelerden evinin sokaklarına kederli bir gölge gibi düşerdi. Martı seslerini duyuyordu gün ağarırken. Nihayet sahil yoluna gelmişti. İskele, uzaktan bir resim, bir şiir gibi duruyordu.

Yola koyulurken gidip gitmemekte kararsızdı. Her yola koyuluşunda bir geç kalmışlığın acısını alıyordu bahtına. Vaktinde söylenmemiş bir sözün, zamanında yaşanılmamış bir baharın, vakti geldiğinde koklanmayan bir gülün, tam konuşacakken derin bir suskunluğa saplanmanın ne anlamı vardı?

Mutluluk, eski bir dostun bir süreliğine emanet bıraktığı kavranamayacak bir şeydi. Bir resmi var idiyse mutluluğun hiçbir istasyonda, hiçbir iskelede ve hiçbir peronda bulunamıyordu. Gidilen her ülke ve her şehir içindeki yokluğu daha da derinleştiriyordu. Oysa aramakla bulunduğuna inanırdı. Her arayanın bulamayacağını bilse de kendisini bulamamış olarak kabul edemiyordu.

Elinde içki şişesi ile bir sarhoş – abi bi sigara versene? Yüzüne bakmıyordu. Hemen bir sigara uzattı. Sarhoş bir şarkı mırıldanıyordu: “Bir içten bakısına delice tutulmuşum, esrarlı gözlerine gönülden vurulmuşum…” Bir ömre yetişememek, bir hayale yetişememek, fecre kavuşamamak… Düşüncelerden kaçamıyordu. Varlığını kanıtlayacak bir sevinç bulamaz mıydı? Bir yolcu menzile ulaşamadığı sürece yoldadır dedi sonra.

Kimseler uyanmadan gençliğinin geçtiği sokaklarda yürüdü. Aşkıyla çarpıldığı kızın evinin önünde uzun bir süre kaldı. Bir ince yağmur sokağın sessizliğini bozuyordu. Ayın ışıkları camlara yansıyordu. Pencereden bir per-i suret çıkacakmış gibi hissediyor ve irkiliyordu. Aşk çarpılmaktı onun için. Varolmanın derin hayranlığıydı aşk. Bir mahcup edanın zülfü peşi sıra kaybolmuştu yıllar…

Gün ağarırken usulca şehri terk ediyordu. Kader hangi yolu seçtiğimizle ilgili bir tercih miydi? Yoksa kendi gerçekliğinin üstünde onu sürükleyen bir güç müydü? Yol bütünüyle bir sorgulama ve arayıştı onun için. Kalmak…
Güneşe doğru giden kervana yetişememek. Yol ve kader. Hikayenin serüveni…Bir hayalet gibi sokaklarında dolaştığı bu şehirden yaprakların sırtını okşayan bir rüzgar gibi ayrılıyordu. “Ah nice bir uyursun uyanmaz mısın / Göçtü kervan kaldık dağlar başında… Çağrışı tellallar inanmaz mısın / Göçtü kervan kaldık dağlar başında / Emr-i hac göçeli hayli zamandır / Muhammed cümleye dindir imandır / Delilsiz gidilmez yollar yamandır Yunus sen bu dünyaya niye geldin Gece gündüz Hakkı zikretsin dilin / Enbiyaya uğramaz ise yolun / Göçtü kervan kaldık dağlar başında ”
Faruk YAZAR
Mart 2008 İstanbul

10 Nisan 2008 Perşembe

OMO : KİRLENMEK GÜZEL Mİ ?

Unilever’in önemli markalarından OMO, Türk halkının 43 yıldır yakından tanıdığı bir ürün. Sürekli kendini yenileyen ve düzenli bir iletişim kuran OMO, tüketicilere sağladığı yeniliklerle de hep zirvede oldu.

OMO, deterjan piyasasında iletişime önemli yatırımlar yapan bir marka olarak kendini gösteriyor. OMO, 2004 yılında farklı bir konsept geliştirerek, diğer markalardan belirgin bir şekilde farklılaştı. Yeni konseptte daha önce kullanılan” "Çamaşırdır kirlenir, çocuklar böyle öğrenir" sloganı yeniden yapılandırarak kirlenmenin güzel olduğu fikrini öne çıkarttı.

Reklam kampanyasında, kirlenmenin çocukların özgürce büyümeleri için şart olduğu vurgulanıyordu. Televizyon reklamlarında neşe içinde üstü başı kirlenen çocuklar yer alıyor ve kirlenmenin bir hak olduğu belirtiliyordu. Buraya kadar her şey güzel.

Bir marka rakiplerinden farklılaşmak için kendisine çok farklı bir konumlandırma seçip iletişim yapıyor. Özellikle “kirlenmek güzeldir” mesajı güçlü bir farkındalık oluşturuyor. Fakat OMO’nun “kirlemek güzeldir” mesajında eksik hatta sorunlu birşeyler olduğunu düşünüyoruz.

Bir deterjan markasının kirlenmenin güzel olduğunu söylemesi yeteri kadar ikna edici değil. Bu sözü bir STK söylese ve dillendirse eminim daha inanılır olurdu. Peki OMO böyle bir mesajı benimseyemez mi?

Mesaj ve marka arasında çabuk fark edilemeyen ama fonda kendini gösteren bir eksiklik bir boşluk var. Mesaj ve marka tam anlamıyla örtüşmüyor. Bu durumun nedeni belki de mesajın güvenilirliği olgusudur. Şimdi OMO’nun “kirlenmek güzeldir” sloganını açıkladığı şu metni okuyalım:

”Bırakın çoçuğunuz kişisel gelişimi boyunca özgürce öğrensin; öğrenirken keşfetsin; varsın keşfederken üstünü başını kirletsin. Çocukların üstlerini kirletmeleri onların kişisel gelişmelerinin çok doğal bir sonucudur. Önemli olan kir değil, çocuğunuzun kazandığı deneyimdir. Siz kiri hiç dert etmeyin; çünkü OMO varsa, kirlenmek güzeldir."

Algılar gerçektir diye düşünürsek, genel olarak kirlenmek kötü bir şey olarak algılanır. Bu algıyı bir kampanya ile tersine çevirmek ne kadar mümkün? Bu algının değişebileceğini varsaysak bile mesajın güvenilirliği sorunu karşımıza çıkıyor.

Kirlenmek güzeldir diyen bir deterjan markası. Kirlenmek güzeldir derken, daha çok kirli elbise, daha çok deterjan, daha çok satış akla geliyor. Bu zincirin içinde mesajın tüketici de bir güven oluşturması zor olsa gerek. Bazı iletişimciler bu kampanyanın çocukların özgürlüklerini geliştirici ve tabuları yıkan bir yönünün olduğunu söyleyecektir. Omo’nun Böyle bir çaba içinde olduğunu bizde düşünüyoruz. Fakat bu konseptin marka ile bütünlüğü açısından eksik bir şeyler olduğu da aşikar.

Anadolu’da herhangi bir ev kadınını kirlenmenin güzel olduğuna ikna edemezsiniz. Çocukların kirlenmesinin kötü bir şey olmadığını söylemek oldukça önemli bir fikir. Fakat bunun ifadesi ‘kirlenmek güzeldir’ olmamalı.

Türkiye’nin kültürel kodlarını ve sosyo ekonomik dağılımını dikkate alırsanız böyle bir mesajın OMO’nun istediği gibi algılanma olasılığı çok zayıftır. OMO’nun reklam kampanyalarında özellikle tv reklamları dikkat çekiyor. Tv reklamlarındaki çocuklar ve kirlenmek güzeldir fikri yabancı bir tonda sunuluyor. Bu topraklara dair bir şey söylenmiyor. Çocukların kirlenmesi kötü değil ama bunu nasıl anlattığınız ve kime söylediğiniz çok önemli.

Faruk YAZAR
Stratejik İletişim Danışmanı
09 Nisan 2008 Çarşamba

17 Mart 2008 Pazartesi

Media Markt Reklam ve Kriz İletişimi Analizi

A- ANALİZİN ÇERÇEVESİ
1979 yılında ilk mağazasını Almanya'nın Münih kentinde açan Media Markt, Avrupa'nın en büyük elektromarket zinciri olarak faaliyetlerini sürdürüyor. Media Markt Grup, 2006 yılında 15,2 milyar Euro'luk cirosu ile Avrupa'nın en büyük, dünyanın ise iki numaralı elektronik perakendecisi konumunda. Türkiye'de ilk mağazasını 25 Eylül'de İstanbul Ümraniye'de açan Media Markt, Türkiye pazarına girdikten kısa bir süre sonra 3 ayda 3. mağazasını açtı. Bu mağazaların toplam alanı 15 bin metrekareye ulaştı.

Alman Metro Gruba Bağlı Avrupa'nın en büyük elektronik market zinciri Media Markt, tüketici elektroniği pazarlarına agresif bir pazarlama stratejisi ile ses getirecek şekilde giriyor. Girdiği pazarlarda "olay" açılışlarla ve çok cazip uzuz ürünlerle kendinden söz ettiriyor. Media Markt, Türkiye ile birlikte 15 ülkede 600 mağaza ile faaliyet gösteriyor.Media Markt, kurduğu mağazalarda çok büyük bir alanda, geniş ürün yelpazesi ve düşük fiyatlarla ürünlerini satışa sunuyor.Teknoloji marketleri kavramı Türkiye'de 2000'lerde ortaya çıktı. Büyük teknoloji mağazaları son bir iki yıldır hızlı bir gelişme içinde.

Media Markt,'ın Türkiye pazarına girmesi, tüketici elektroniğinde önemli gelişmelere neden oldu. Tüketici elektroniği pazarı genişlerken artan rekabetle birlikte fiyatlarda ucuzladı. Tüketicilerin elektronik eşya alma alışkanlığında değişmeler görüldü. Artık tüketiciler büyük elektronik mağazaların kapısında ucuz ürün alabilmek için sıraya girmeye başladı.

1. REKLAM KAMPANYASI
Media Markt'ın reklam çalışmaları, grup bünyesinde bulunan Red blue isimli reklam ajansı tarafından kreatif hazırlanıyor ve daha sonra lokal ajanslar devreye sokularak kampanya yürütülüyor. Media Markt, reklam İçeriklerini merkezde hazırladıktan sonra uygulamayı lokal ajanslara yaptırıyor. Reklam kampanyalarının konseptini "ses getirmek" üzerine kuruyor.
Media Markt, girdiği yeni pazarlara oyunun kurallarını değiştirmek ve ezber bozmak için girdiğini belirtiyor ve şirket stratejisini buna göre oluşturuyor. Türkiye pazarına girerken de elektronik pazarın hiç alışık olmadığı agresif bir pazarlama stratejisi ile giren Media Markt, çarpıcı bilbord reklamları, insertler, basın ilanları ve 'daha ucuza yok' sloganı ile gürültülü bir giriş yaptı.

1.1. Reklam kampanyasının strateji boyutu:
Media Markt'ın reklam stratejisi, "eprili birüslupla dikkat çekici olmak üzerine kurulan bir yaklaşıma sahip. Strateji ezber bozma üzerine kurulu olunca mesajlarda tüketicide büyük bir etki yaratıyor. Reklam mesajlarının çok konuşulması ve tartışma yaratması, mağaza açılışında büyük bir izdiham yaşanması bütünüyle temel stratejinin bir parçası olarak yer alıyor. Media Markt'ın ezber bozma stratejisi diğer oyuncuları da etkileyerek rekabetin yapısında değişikliklere neden oldu.

Elektronik eşya pazarında büyük bir hareketlilik sağladı. Rakiplerin reklam kampanyalarını da agresifleştirerek, kendi stratejisinin doğruluğunu test etti. Daha önce tüketici ile sakin bir iletişim içerisinde olan elektronik mağazaları, yeni oyuncuya ofansif bir karşılık vermeye çalıştılar. Media Markt'ın reklam kampanyası ile agresifleşen mağazalar bu tutumlarını sürdüremediler.

1.2. Reklam kampanyasının mesaj boyutu: Media Markt İstanbul Mağazası'nın açılışındakullandığı mesajlar çok tartışıldı. Özellikle reklamlarda kullandığı sloganlar alışılagelmiş mesajlardan çok farklı bir özellik taşıyordu.

"25 Eylül'den itibaren sende Hans ve Helga gibi ucuza alman mı?", "Bu kadar zevksiz Almanlar nasıl bu kadar çok aleti alabiliyor?", "25 Eylül'den itibaren tıpkı Nataşalar gibi en çekici aletleri aynı çatı altında bulacaksınız"

ilk bakıldığında bu mesajlara olumsuz tepkilerin verilmesi oldukça normal. Mesajlarda bazı milletlere göndermeler yapılıyor, Cinsel çağrışımlarla Türk erkeklerin bilinçaltlarına sesleniyor. İletişimde bulunulan toplumun kültürel kalıpları çok önemli bir unsurdur. Bu kalıpları zorlayıcı mesajların kabul görmesi oldukça zordur. Media Markt'ın bu anlamda Türk toplumunun muhafazakar yapısına ters gelecek mesajlarla ve kültürel kalıpları rencide etme tehlikesine rağmen, önemli ölçüde başarı sağlamıştır.

Media Markt'ın İstanbul Mağazasının açılışı için yaptığı kampanya karmaşık ve gürültülü bir yapı arz ediyordu. Açılış yaklaştıkça mesajların dozu giderek arttı ve ucuzluğun etkisi ile büyük bir izdiham yaşandı. Media Markt'ın kullandığı sloganlar Türk kültür ve değerlerine ters olmasına rağmen sınırlı bir tepki verilmesi altı çizilmesi gereken bir konudur. Kampanyaya yönelik tepkiler daha çok fiyat tartışmaları boyutunda sürerken, zamanla bu yeni stratejiye tüketicilerinde alıştığı gözleniyor.

1.3. Tüketici boyutu: Türkiye'de elektronik pazarının 10 yıllık bir geçmişi var. Elektronik pazarı yabancı zincirlerin girmesi ile ivme kazandı. En son Media Markt'ın girişi ile bu pazarda büyük bir hareketlilik yaşandı. Tüketicilerde de elektronik eşyayı büyük Elektronik mağazalarından alma alışkanlığı başladı. Ürünlerde marka ve fiyat garantisi veren ve üstelik aynı ürünün daha ucuzunu bulana aradaki fiyat farkını ödeyeceğini söyleyen Media Markt, rekabeti arttırıcı bir faktör oldu. Bu durum en çok tüketicilere yaradı. Reklam mesajlarının rencide edici diline tüketiciler fazla aldırmadı. Bu resmin bütününü görmeye yeterli bir gösterge değildir. Tüketiciler pragmatik davranarak ucuzluğa odaklanmıştı. Media Markt'ın açılıştan sonra yapacağı kampanyalar bu noktada belirleyici olacaktır. Aynı tonda mesajları çeşitli zamanlarda kullanması halinde tüketicilerin tepkileri daha farklı olabilir.

2. AÇILIŞ İZDİHAMI ve KRİZ İLETİŞİMİ
Media Markt, İstanbul Mağazasının açılışı için yürüttüğü reklam kampanyası çok etkili oldu. Media Markt, açılıştan bir gün önce mağazada bir basın toplantısı düzenledi. Basın toplantısının ardından medyada çıkan haberler şu şekilde oldu: 'Media Markt'ın ilk mağazası Ümraniye'de', 'Avrupa'nın ilk elektromarketi Media Markt Türkiye pazarında', 'Tekno Türkiye', 'Elektronikte 'en ucuz' biziz rekabeti', 'Elektronik ürün pazarında büyük kapışma'

Reklam Kampanyası ve basın toplantısı ile büyük bir beklenti yaratan Media Markt, açılış günü izdiham yaşadı. Ucuz elektronik eşya almak için insanlar geceden kuyruğa girip, ezilme tehlikesi altında, sıkıntılı bir şekilde ürün almaya çalıştılar.

Açılışta yaşanan izdiham medyaya şu şekilde yansıdı: 'Teknoyağma"Ucuzluğa hücum" Tüketim çılgınlığı "Promosyon çılgınlığı' 'Plazma izdihamı' 'Ucuz elektronik izdihamı' 'Tüketerek tükeniyoruz' 'Mağazadaki mallar kapanın elinde kaldı'...

Reklam kampanyası ile yaratılan beklenti sonucunda oluşan izdiham, Media Markt'ın izlediği stratejinin bir ürünüydü. İzdihamın medyada bulduğu yankı ise, uzun vadede Media Markt'ın tüketici nezdindeki imajını olumsuz etkileyeceğe benziyor. İzdihamın nedeni ile arbede yaşandı. İnsanlar ezilme tehlikesi geçirdi.

Media Markt'ın bunun karşısında yaptığı açıklamada, "Sabah saatlerinde uzun kuyruklar halinde mağaza kapısının önünde bekleyen binlerce kişi, açılışla birlikte kampanya ürünlerinin bulunduğu reyonlara yöneldi ve kampanya kapsamındaki tüm ürünler ilk bir kaç saat içerisinde tükendi" denildi. Daha sonra tüketicilerin ürünler bittiği halde saatlerce mağaza önünde beklediği görüldü.

Özellikle ürünlerin birkaç saat içinde tükenmesi aşırı bir şekilde güdülenen tüketicide hayal kırıklı yaşattı. İzdiham esnasında çıkan arbede günlerce konuşulacak görüntülere neden oldu. Medyada açılışla ilgili haberler çok olumsuz yansıdı. Kurumdan yapılan açıklamada stokların bu kadar çabuk tükeneceğinin öngörülemediği söylendi. 31 Ekim 2007'de Media Markt'ın düzenlediği basın toplantısında yeni açılacak diğer mağazalarda bu tür izdihamların olmaması için önlemler alındığı belirtildi.

Eskişehir Mağazasının açılışında izdiham yaşanmadı ama yine uzun ve çileli bir kuyruk oluştu. Yine aynı basın toplantısında, yeni izdihamların yaşanmayacağı mesajını verilirken, reklamlarda kullanılan mesajların toplumdaki yansımaları üzerinde durulmadı. Yeni pazarlara girerken komik olmaya çalışıyoruz, bunu yaparken de etik değerlere önem veriyoruz diyen Media Markt Türkiye Genel Müdürü Mustafa Altındağ, İstanbul ve Eskişehir Mağazalarının açılışında yürüttükleri kampanya ile tepki çekmişlerdi.

Pazarlama iletişimi açısından mesajların tutarlı olması çok önemli bir konudur. Media Markt'ın mesajlarında agresif dilde bir tutarlılık sözkonusudur. Ancak, etik değerlere saygılı olmak konusunda aynı başarıyı sergileyemediği için Media Markt, bir söylem çelişkisi içindedir. Media Markt, açılış günü yeterli stok ve güvenlik tedbirlerinin alınmaması ile oluşan izdihamı karşısında tüketicilerden özür dilemesi gerekirken, tüketicilerin gösterdiği ilgiye teşekkür etmekle yetindi.
Daha sonra yapılan açıklamalarda ise, yeni mağazaların açılışında bu izdihamların tekrarlanmayacağı dile getirildi.

Media Markt, İstanbul mağazasının açılışını ve yaşananları bir "event" olarak gördüğü için bu event'in olay olması, medyada geniş bir şekilde olumsuz haberlerle yer almasına rağmen başarısızlık olarak değerlendirilmedi.

B. DEĞERLENDİRME ve SONUÇ
Media Markt'ın İstanbul mağazasının açılışı agresif bir kampanya ile duyuruldu. Reklamlarda kullanılan mesajlar Türk toplumunun kültürel değerlerine aykırı nitelikler taşıyordu. Reklam stratejisi ses getirme üzerine kurulduğu için bu mesaj tüketicilerde belli bir dikkat oluşturdu. Açılışta yaşanan olumsuzluklar ve alınması gereken tedbirlerin yeteri kadar alınmaması kamuoyunda olumsuz bir imaj oluşturdu.

Şirketin olaylı açılışları ses getirmek adına planlı programlı bir şekilde yürüttüğü bilinmektedir. Fakat bu olaylı açılışlar kolaylıkla kontrolden çıkıp vahim sonuçlar doğurma riski taşımaktadır. Açılış elektronik pazarında ezber bozdu denilebilir. Fakat tüketicilerin yaşadıkları sıkıntılar haberlere çok olumsuz yansıdı. Bu da halkla ilişkiler açısından olumsuz bir performans göstergesidir.

Media Markt'ın reklam kampanyası örneğinde pazarlama iletişimi kurallarını alt üst eden sonuçlar oldu. Tüketiciye agresif bir dille seslenen, onun kültürel değerlerini rencide eden bir dil kullanmasına rağmen tüketiciden büyük bir tepki gelmedi. Rakipler de fiyatlara odaklanıp Sanayi Bakanlığı'na şikayette bulundu. Kısa vadede Media Markt'ın pazara giriş stratejisi başarılı bulunsa da orta ve uzun vadede halkla ilişkiler açısından ciddi riskler taşımaktadır.

Açılış esnasında yaşanan olaylar karşısında Media Markt'ın basın açıklamalarında olumsuzluklardan kendisini sorumlu tutmuyormuş gibi bir yaklaşım içerisinde olması kriz iletişimi açısından doğru bir yaklaşım değildir. Media Markt yetkilileri, yerel ve etik değerlere önem verdiklerini söylemelerine rağmen toplumsal değerleri rencide eden bir dil kullanmaları çelişki oluşturmaktadır.

Media Markt'ın şirket stratejisinin, diğer ülkelerde aynı şekilde kullanılması ve istenilen sonuca ulaştırması açısından başarılıdır. Stratejinin yapısından kaynaklanan, yerel değerlerle ters düşme riski, potansiyel krizler taşımaktadır. İstanbul mağazasının olaylı bir şekilde açılması kamuoyunda oluşturduğu algı açısından olumsuz bir imaja sahip. Agresif iletişim dilinin olumlu bir hatta doğru bir şekilde yönetilmesi gerekmektedir. Bu aşamadan sonra yapılacak iletişim çalışmaları daha fazla önem taşımaktadır.

Faruk YAZAR
HALKLA İLİŞKİLER UZMANI
(21 Ocak 2008)

4 Mart 2008 Salı

TUNCAY ÖZKAN: BİR MEDYA FİGÜRÜNÜN POLİTİK ÖZNE OLMA ARAYIŞI

Medya aktörlerinin siyasetle olan ilişkileri, medyaya olan ‘güvensizliğin’ en önemli nedenlerinden birisi olmuştur. Türkiye’de medya ve siyasetin iç içe olması, hatta medyanın siyaseti belirlemede etkin rol oynaması toplumsal olayları çözümlerken dikkate alınmalıdır.

Medyanın kamuoyuna olan sorumluluklarını ne ölçüde yerine getirdiği, her zaman tartışma konusu olmuştur. Türkiye mevzubahis olduğunda, sorumluluk kavramından bahsetmek bir hayli güç. Siyaseti doğrudan yönlendirmeye soyunan, toplum mühendisliği yapan bir medya, Kamuoyunu aydınlatma vazifesinde tarafsızlık ilkesini nasıl gözetebilir?

Türkiye’de 2002 seçimleri ile yeni bir döneme girildi. Yeni dönemin konjonktürü, siyaseti bir merkez etrafında topladı. Merkezde odaklanan siyasetin muhalefet ekseni ‘naif’ ve başarısız bir performans gösterdi. Bunun sonucu olarak sol muhalefet yeni arayışlar içine girdi. Türkiye’deki solun karakterinde de ilginç değişimler yaşandı. Küreselleşme dalgasına karşı ulusal sol söylemi ortaya çıktı.

Ulusalcılık kavramsallaştırması ile yeni bir milliyetçilik tarzı türetildi. Bu yeni milliyetçilik söylemi topluma, Türkiye’nin 1919 şartlarında olduğu korkusunu yayıyordu. Bu korku siyasetinin önde gelen figürleri de medya ve emekli askerler arasından çıktı.

Tüm bu süreçleri ve gelişmeleri çok yönlü bir sosyolojik okumaya tabi tutabiliriz fakat burada medyanın tutumu üzerinden bazı toplumsal aktörlere daha yakından bakmaya çalışacağız

Ak Partinin ekonomi ve dış politikada gösterdiği başarılı performans Türkiye’deki siyasetin dokusunda çeşitli etkilere yol açtı. Bunlardan en önemlisi CHP’nin marjinalleşmesi ve AK Parti politikalarına alternatif bir politik dil ve söylem geliştirememesidir. Bunun sonucunda CHP’nin bıraktığı boşluğu doldurmak isteyen yeni oluşumlar gündeme geldi.

Sol muhalefetteki eksikliği gidermeyi düşünenlerden birisi de Gazeteci Tuncay Özkan oldu. Medya yöneticiliğinden miting alanlarına oradan da siyasete yönelen Tuncay Özkan, ‘medya ve ‘etik’ tartışmalarına yeni bir boyut katacağa benziyor. Kamuoyu bu ismi miting alanlarındaki ateşli konuşmaları ile daha fazla duymaya başladı.

Kanaltürk televizyonunda sürekli boy gösteren Tuncay Özkan, ulusalcılık söyleminin ilginç figürlerinden birisi haline geldi. Bir medya figürünün siyaset aktörlüğüne soyunup politika yapması arızi bir durumdur. Özellikle toplumsal kutuplaşmanın önemli bir aktörü haline gelmesi dikkat çekici bir olgudur.

Türkiye’de ulusalcı hareketin nasıl bir savrulmanın içinde olduğu Vatansever Kuvvetler Güç Birliği ve Ergenekon gibi oluşumların faaliyetleri ile açıklık kazanmaktadır. Tuncay Özkan bu resmin içinde ‘kritik’ bir yer işgal etmektedir. Büyük şehirlerde düzenlediği mitinglerle yaptığı konuşmalar, psikolojik harp yöntemlerini çağrıştırmaktadır. Özkan’ın konuşmaları propaganda ağırlıklı, sloganik, içeriksiz, bilinçaltına seslenen bir tonda, semboller üzerinden bir politika üretme çabası olarak değerlendirilebilir.

Tuncay Özkan’ın politik özne olma arayışı aslında bir ‘show’ dan öteye geçemeyecek bir macera olarak kendini gösteriyor.
Kitleleri etkilemek, kışkırtmak, yönlendirmek için meydanlarda topluma manipülatif bir show yapıyor. Gerçeğin yerine geçmeye çalışan bir simülakr olarak Türkiye’deki medya tartışmalarında her zaman dikkat çekecek bir figür olacaktır.

Tuncay Özkan, 17 milyon dolarının olduğunu ve bunu bir ideal uğruna kanaltürk’e yatırdığını söylüyor. Bu kadar parayı nereden ve nasıl bulduğu çok tartışılmıştı. Özkan’ın ideali yoksa toplumsal refleksleri negatif bir şekilde geliştirmek ve demokrasiye müdahale ortamının oluşturulmasını sağlamak olmasın?

Tuncay Özkan’ın, Cumhuriyet Halk partisi içinde siyasete soyunmak istediği ve olumsuz bir karşılık bulunca parti kurma arayışı içine girdiği bilinmektedir. Yöneticisi olduğu medya vasıtası ile hem siyaset yapıyor, hem de kitleleri sokaklara taşıyarak toplumsal kutuplaşmayı körüklüyor.

Özkan’ın siyasetin içinde yer almak istemesi normal görünebilir. Fakat bunu tehlikeli bir toplum mühendisliği ile yapmaya çalışması çok manidardır. Tuncay Özkan, bir anchorman tarzı ile siyaset yapmaya çalışıyor. Bunu yaparken de kitleleri nereye sürüklediğinin farkında değil. Salt propaganda ve eleştiri ile siyasette alan açmak mümkün değildir.

Bazı programlarda antiemperyalist tutum sergilerken, AB’den destek almayı ihmal etmemesi ilginç bir çelişkidir. Ulusalcılık çizgisinde birleşen karşıt görüşleri aynı minvalde sunuyor izleyicisine. Bir programında Apo’yu övücü sözler bile sarf etmişti.

Omurgasız, programsız ve fikirsiz bir muhalefet, ancak çelişkili, sorunlu bir yapı ortaya koyabilir. Burada bir yayın organının haber ve siyaseti neden ayırmadığı tartışılmalıdır. Kamuoyunu fütursuz bir şekilde yoğurmaya çalışmanın etik sorgulaması yapılmalıdır.

Türkiye son yıllarda önemli bir değişim rüzgarı yakaladı. Bu değişim rüzgarı içinde gerçekleştirilen başarılar, toplumun beklentilerini daha farklı bir düzeye taşıdı. Türkiye bazı hedeflere yavaş da olsa ulaşmaya başladı. Toplumsal değişimin en önemli unsurlarından medyanın bu değişime yeteri kadar katkı sağlayamadığı görülmektedir.

Medya, siyasetle arasına mesafe koymalıdır ve siyasetin alanını daraltacak eylemlerden kaçınmalıdır. Siyasi tıkanıklıkların yoğunlaştığı dönemlerde çatışma ve ayrışmaları körükleyici bir tutum içinde olmamalıdır. Medya, topluma karşı sorumluluklarını yerine getirmek için öncelikle bir özeleştiri ile işe koyulmalıdır.

Faruk YAZAR
Şubat 2008